SABAHATTİN YALKIN ve “SUYUN HAÇLI GİZLERİ”
Neden Sabahattin Yalkın, neden “Suyun Haçlı Gizleri”?
Her şeyden önce bu incelemenin tamamen öznel olduğunu söylemek zorundayım. Üstelik bu öznellik her şiirin okuyucusu tarafından kendine göre anlaşılması ya da anlatılması gibi kendi içinde nesnellik taşıyan bir öznellik de değil sadece. Kelimenin tam anlamıyla, şiirden ve sözünden bağımsız bir öznellik… Zira Sabahattin Yalkın; aynı kentlim, hemşerim. Bir başka deyişle iki kere öznelim ben bu seçimde.
Antakya memleketim, şiir en sevdiğim edebiyat dalı… Sabahattin Yalkın ise, aşığı olduğum bu şairi bol kentin, en büyük şairlerinden biri benim gözümde. Antakya’ya, ülkeye ve dünyaya bakışı ise bakmak için harcadığım çabaya çok benziyor.
Bir zamanlar dünyanın en büyük üç şehrinden biri olan Antakya, tarihi boyunca keşfedilmeyi bekleyen gizlere beşik olmuş, anımsanması olanaklı ya da olanaksız unutulmuşluklara ev sahipliği yapmış. Yeni dünya dahil bu topraklarda iz bırakmamış bir uygarlık bulmak zor çünkü. Sabahattin Yalkın ise şiirleriyle o gizlerin kapısını aralayan, hatırlatan isimlerden biri. Bıkmadan, usanmadan Antakya’yı yazıyor. Kimi zaman milat öncelerinden kalmış bir efsaneyi, kimi zaman Asi nehrinin sakladığı bir gizemi, kimi zaman Fransız işgalini, kimi zaman anayurda en son katılan toprak parçası için verilen mücadeleyi…
Ama insanı başka her şeyden ayırıp da çağdaş yapan evrensel değerler her daim baş köşe olmuştur onun şiirlerinde… Vakit kimi zaman İstanbul, kimi zaman Filistin, kimi zaman Babil olabilir ama “Bütün Yüzleri Anadolu”ya ve insanına dönmeden yazmaz hiçbir şirini. En çok da Antakya’ya döner yüzünü… Ve bu şiirlerde ancak bir ömür boyunca harcanan bir emekle oluşabilecek bir birikim imza olup belli eder kendini. Tıpkı Suyun Haçlı Gizleri’nde olduğu gibi:
“Hey kim bilir Antakya güneşini / Benden daha iyi”.
Suyun Haçlı Gizleri
“Su”, sıklıkla kullandığı öznelerden biri Sabahattin Yalkın’ın. Bir söyleşisinde “Su kadar şiiri de seviyorum” der. Şiirlerinin bir bölümünü “Su Şiirleri” başlığı altında toplamış, “Suyun Asi Gizleri”nde ise “Suyun Haçlı Gizleri”nin haberini vermiş. Su mühendisi olması ve uzun yıllar ekmeğini bu meslekten kazanması elbette önemli, ama şairleri gibi suları da bol bir şehir Antakya…
Antakya’nın kuruluşunda su kaynakları önemli bir rol oynamış ve şehrin bugün bulunduğu yer özel olarak seçilmiş. Kentin güneyde sırtını dayadığı Silpius dağından içerilere doğru dik gelen dereler, hemen önünde bulunan Orontes nehri, sonra daha kuzeye doğru gidildikçe başlayan Amik gölü ve batıda, çok kısa bir mesafede ve yukarı kotta yer alan Daphne şelaleleri bu kaynakların en önemlileri. Bu kaynaklar köprülerle, kemerlerle, naura’larla , kanallarla, hamamlarla Antakyalının hizmetinde olmuş yüzlerce yıl. Uğruna binlerce şiir yazılan Akdeniz’i ve sık düşen yağmurları da unutmamak lazım elbette.
Ama su, ne Akdeniz akşamlarının romantizmini çağrıştıran bir imgedir ne de düşen yağmur damlalarının sesini yazmak gibi bir şeydir Suyun Haçlı Gizleri’nde. Tıpkı Bertold Brecht’in ölümünden sonra yayımlanan kitabı Me-Ti’de konuşturduğu karakterin söylediği gibi “yağmur damlaları insanların yakasından içeri akmadığında” Sabahattin Yalkın da yazabilir böyle şiirler ama yağmur damlaları yakasından içeri girerek insanı mutsuz eder kimi zaman, kimi zaman sel olur, felaket olur binlerce ocağı söndürür. Bir başka deyişle suyun etkileri de, çağrışımları da elle tutulurdur Yalkın’ın şiirinde.
Yaşamın kaynağı su Antakya için pek çok kez felaket getirmiştir çünkü. Kalabalık haçlı ordularının Antakya Kalesi önlerinde sel gibi görünüp kenti kuşattıkları günlerde de göklerden bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığını yazar kitaplar…
Evet su bir yandan yaşamın kaynağı, olmazsa olmazıdır ama istisnasız her sene sel olup canını acıtmıştır Antakyalının. Tıpkı bütün kenti defalarca alt üst etmiş, çoğu kez sıfırdan inşa edilecek duruma getirmiş depremler gibi, tıpkı 1098’de haçlıların tarihin tekerine soktuğu çomar gibi…
Haçlılar Antakya’yı işgal ettiklerinde o güne dek benzeri görülmemiş bir katliam gerçekleştirmişler, kadın çocuk demeden herkesi kılıçtan geçirmişlerdir. 2018 yılında ilk baskısı çıkan “Kara Umut” kitabında yer alan şiirlerden biri olan “Suyun Haçlı Gizleri” Antakya halkının kılıçtan geçirildiği katliamın tarih bilgisiyle başlar.
“– Antakya 1098 de Haçlılara yenik düştü- “
Antakyalılar elbette iyi bilir bu tarihi ama bu başlangıcın takvim göstermekten başka anlamları da vardır.
Antakya yenik düşmüştür ama kazanan yoktur. Şairin dünyaya ve tarihe insancıl bakışı çok basit gibi görünen bir savaş sonucu açıklamasında bile kendini gösterir. Şair her şeyden önce insandır ve tarafı savaşı kazananların değil, savaşta kaybeden insanlığın yanıdır.
Öte yandan “haçlı” kelimesinin 11 Eylül’den sonra giderek radikalleşen çeşitli İslamcı kesimler tarafından da sık kullanıldığı düşünüldüğünde sadece 11. yüzyılda başlayan vahşi seferleri tarif etmediği de anlaşılacaktır.
Haçlı seferleri sırasında bölgede devletçikler kuran batılılar, günümüzde de çeşit çeşit silah teknolojileri ve askeri güçleriyle çıkmaları zor olacak bir biçimde yeniden yerleşmişlerdir bölgeye. Şiir, bu savaşın farklı etkileriyle ve en çok Antakyalıların iyi bildiği bir biçimde Antakya’yı da perişan ettiği bir dönemde kitaplaşmıştır.
Doğrudan kendini anlatan 1098 ise, Papa II. Urban’ın çağrısıyla Avrupa’dan kopup gelen ilk haçlı topluluklarının sonradan sekiz kez tekrarlanacak seferleri içinde en “başarılı” saldırısının tarihidir. Aylar süren bir kuşatmadan sonra dünyadaki en güçlü kalelerden biri olan Antakya Kalesi ancak içerden bir ihanet sonucu bu yılın haziran ayında Haçlılar tarafından ele geçirilmiştir. Ya da şairin baktığı yerden, Antakya yenik düşmüştür bu saldırıya…
Bu giriş bilgisinin ardından yedi bölümle devam eder şiir ve bir final kıtasıyla sona erer.
Şiirin başlığındaki giz aslında şair için de pek çok Antakyalı için de bilinmeyen bir şey değildir ama asıl olarak unutulmuşluktur. Ama bu unutulmuşluk da sadece haçlı seferlerinde yapılan vahşetin unutulması değildir. Bir kentin yüzyıllar içinde oluşmuş değerlerinin kaybolması ya da kaybedilmesidir aynı zamanda. Birinci haçlı seferinden başlayıp, nedenleri ve nasılları üzerinden diyalektik bir yöntemle ilerleyen şiir, başlattığı tartışmanın anti-tezi olarak hoşgörü kenti Antakya’ya ve yazarının iç dünyasına doğru yol alırken, bir zamanlar Antakya’yı Antakya yapan pek çok şeyin yok oluşuna da sitem eder. Bu sitem elbette güçlü bir mesajdır anlamak isteyene.
Kendini ilk dizde belli eden unutulmuşluk bütün şiir boyunca bir köşede bekleyecektir.
1. Çanlar niye söylemez yüzyıllardır
Kırçıl sakallar arasında
Öpüsü kuruyan dudakları
Hangi aşkı yaşar gece
Bedeni yasaklı beden
Nerde saklar günahını
Nerde dualar
Gerisi sularda
Çanlar yüzyıllardır söylemez haçlı seferlerinin yarattığı acıyı. Kırçıl sakallar günahlarını örtmekle meşguldür yüzyıllardır. Ama ne çanlar sadece bir ibadet merkezinde dindaşlarını tapınmaya çağıran araçlardır sadece ne de kırçıl sakallar haçlı seferlerinde önemli bir rol oynayan din adamlarıdır yalnız. Çanlar, günümüzde de olanca yavuz hırsızlığıyla devam eden işgalci, sömürgeci bir sistemin imgesi, kırçıl sakallar o sistemin kitle tabanı bulmasında kişinin tanrıya olan inancını sömürerek yandaşlık eden zümrenin tarifidir. Yoksa inancından ötürü ne aşkı yaşayamayan bir rahiple davası vardır şiirin, ne de günaha girip aşkını yaşayanlarla…
Şiirin davası, kırçıl sakalların kandırdığı binlerce, on binlerce insanın, millerce kilometre uzaktaki Antakya’ya hiç tanımadıkları insanları öldürmek için getirilmiş olması ve insan öldürmenin en büyük günahlardan biri olduğunu en iyi bilen çanların bunu yüzyıllardır saklamalarıdır.
Tıpkı tüm dinler gibi Hristiyanlık da tarihi boyunca her zaman gerici olmamıştır ama Haçlı Seferleri, “öpüsü kuruyan” keşişlerin öncülüğünde Kilise’nin en gerici olduğu dönemlerden birini yaşatmıştır dünya tarihinde. Bu öyle bir gericiliktir ki kutsal toprakları korumak adına yapılan zulümler günümüzde bile yüksek sesle söylenememektedir.
Şiirin davası bu suskunlukladır. 600 bin insanı Avrupa’da bir araya getirerek Kudüs’e taşıyan Pierre L’Hermite gibi kırçıl sakallı keşişlerin yarattığı suskunluğadır. İşte şiirin ilk dizeleri çanların ve asıl olarak onları çaldıranların suskunluğunu tartışmaya açar.
Her bölümün iki kısa sözcüklü bitiş dizesi olan “Gerisi sularda” ise artık insanın hiçbir biçimde erişemeyeceği gerçekleri anlatır. Bir başka deyişle Unutulmuşluğu tarif eder. Şair üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiş, insanların dikkatini çekmek için sanatını konuşturmuş ama elinden daha fazlasının gelmediği noktada ömrü boyunca sevdiği su’ya başvurmuştur.
2. Kabartma taşlarda taşlaşan keşişler
Göksel kitaplarda yazılmasa da
Doğu’yu özler peygamber yüzlü güneşler
Tanrı’ nın sonsuz kenti Kudüs’ü
Damlasız gebelenen Meryem-ana’yı
Yeşil kokulu kutsal Zeytin Dağı’nı
Nasıra’nın göz yaşlarını
Gerisi sularda
3. Unutulmuş suçları Haçlı Kılıçlar’ın
Kınlarında eski bir acıyı saklar
Adanmış Topraklar’a karışsa da kanlar
Gerisi sularda
İnce bir göndermeyle başlar şiirin ikinci bölümü. Kabartma taşlardan günümüzde en belirgin olanı Yunan Mitolojisi’nde Cehennem Kayıkçısı Kharon’u işaret etmektedir. Kharon’un büstü olan kabartma taş İmparator Antiochos zamanında Antakya veba gibi büyük bir felaketin eşiğine geldiğinde halkı korusun diye hâkim bir tepede pagan yani Hristiyanlarca putperest kabul edilen keşişler tarafından inşa edilmiştir. Kharon, Yunan Mitolojisi’nde ölüleri Akharon ırmağından geçiren sandalcıdır. Bu sandalcı tıpkı haçlı seferlerinde insanları ölüme gönderen, öldürmek için koşullandıran kırçıl sakallı keşişler gibi sert, kaba mizaçlı, taş vicdanlı bir ihtiyar olarak tasvir edilir. Bu kabartmanın çok yakınında ise Hristiyan sözcüğünün ilk kez telaffuz edildiği St. Pierre Kilisesi kurulacaktır.
Ama bu bölüm asıl olarak Haçlı Seferlerini dinsel inanışları yüzünden destekleyen samimi Hristiyanlara atfen yazılmıştır. Şurası bir gerçektir ki Avrupa’dan bu seferler için ayrılan yüz binlerce insanın önemli bir bölümü Hristiyan inanışları nedeniyle ve “Kudüs’ü kurtarmak” için yola çıkmıştır.
Kudüs, üç büyük din için de kutsal olan bir şehirdir. “Tanrının sonsuz kenti”dir. Şair bu sözleriyle çok yakın bir geçmişte Kudüs’ü başkent yapan İsrail’i de, onun bu girişimini açıkça destekleyen Amerika Birleşik Devletleri’ni de eleştirmektedir aynı zamanda.
Dizelerde adı geçen diğer isimler de üç büyük semavi dinin değerleridir. Nasıra, Hazreti İsa’nın doğduğu ya da yaşadığı yer olarak bilinir. Zeytindağı, Hristiyanlar için önemi çok daha belirgin olsa da, tek tanrılı üç dinin kutsal kitaplarında adı geçen bir yerdir. Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmeden önce son kez bu dağın tepesinden Kudüs’e baktığı rivayet edilir. Bir başka rivayete göre İsa’nın göğe yükseldiği, bir başkasına göre kendisine peygamberlik görevi verildiği yerdir. Museviler için Zeytin Dağı Kıyamet Günü’nde Mesih’in Kudüs’e üzerinden gelerek kendilerini kurtaracaklarına inandıkları yerdir. Müslümanlar içinse Zeytin Dağı Sırat Köprüsü’ne kurulacaktır.
“Doğuyu özlemek” belki cahil Hristiyan gruplar için dinsel bir anlam ifade etmektedir ama işgalciler için sadece Kudüs demek değildir. Doğu aynı zamanda bunalımda olan sistemlerinin akıbeti için bir çözüm arayışıdır. Anatole France, Kırmızı Zambak isimli romanında Mösyö Schmoll isimli karakter üzerinden Haçlı Seferleri sürecindeki Avrupa’nın cahilliğinden, yoksulluğundan, zalimliğinden söz eder ve Doğu kültürü ile tanışıldıktan sonra işlerin yoluna girdiğini anlatır. Üçüncü bölüm bu tanışmanın en bilinen boyutu olan haçlı seferlerinin asıl nedeni üzerinedir.
Henüz Antakya diye bir kentin olduğunu bile bilmeyen insanlar aslında Kudüs için çıkarılmışlardır yola. Ama Kudüs ne Hristiyanların ne Müslümanların ne de Musevilerindir sadece.
Haçlı Seferleri sürecindeki Antakya ise “Tanrı’nın sonsuz kenti” ne giden yolda sadece bir engel değildir Haçlılar için. 170 yıl boyunca hükmedecekleri bir haçlı devleti anlamına gelmektedir aynı zamanda. Bu seferlerin hiç de din için yapılmadığını gösteren en önemli dört işaretten biridir. Diğer işaretler ise Kudüs’te, Urfa’da ve Tripoli’de kuracakları devletçiklerdir.
Bir başka işaret ise haçlıların Adanmış Topraklar’daki varlığıdır. Oysa bu topraklar coğrafi olarak Mısır’daki Nil nehri ile Mezopotamya’da Fırat nehri arasında kalan bölgedir ve Kudüs’e giden yolun küçük bir bölümünü içerse de işgal edilen yerler çok daha geniştir.
4. Zaman içinde orda Antakya
Aşkdenizli yüzünü açtığında
Aydınlanır Havra ’nın kiremitli damı
Aydınlanır dağ dibinin isli mağarası
Sabah duasına başlar Habibineccar
Parmenius Deresi’nde yıkanır Haçlar
Gerisi sularda
5. Şimdi uzaktan uzağa
Dostça yankılanır çan sesleri
Davud’un Mezmur’larını okur hahambaşı
Ve besmele ile arınmış bir Cuma sabahı
Abdestini tazeler Ulu Cami’nin minaresi
Barışa çağırır yeri göğü toprağı
Gerisi sularda
Dördüncü ve beşinci bölümler günümüzdeki Antakya içindir. Bu Antakya çoğu zaman klişeleşmiş bir biçimde söylenen “hoşgörü kenti” tanımlamasındaki gibidir gerçekte de. Üç göksel dinin kapı komşusu yakınlığındaki mekanlarda aynı süre içinde cemaatlerine seslendiği nadir yeryüzü parçalarından biridir bu kent. Bütün olumsuzlukların sıradanlaştırmak için alabildiğine uğraştığı ve maalesef epeyce mesafe aldığı günümüzde dahi yüzlerce yılın kattığı özellikleriyle; Musevileriyle, Hristiyanlarıyla ve Müslümanlarıyla yerinde durmaktadır Antakya. Ve bu kenti benzerlerinden daha aydınlık yapan şeyi ise biraz da Akdenizli olmasına bağlar şiir. Akdeniz’in Aşkdeniz tarifi, Akdeniz için en güzel sözleri söylemiş Fernando Braudel’i de çağrıştırır elbet ama bu söz Sabahattin Yalkın’ın Antakya için Türkçeye kattığı en güzel ve özgün tariflerden biri olarak kayda geçmiştir. Akdeniz’i Aşkdeniz yapan ise elbette dinler arasındaki sevgi, saygı ve hoşgörüdür.
Şiir, Antakya’da her göksel dinin simgesi haline gelmiş mekanlarından örneklerle bu hoşgörüyü anlatır. Habib Neccar Camii, Antakya’da cami denince ilk akla gelendir. Nüfusu gün geçtikçe azalan Museviler için zaten tek ibadet yeridir havra. Bugünkü adı Hacı Kürüş deresi olan Parmenius deresi ise, Hristiyanların belli başlı haç yerlerinden biri olan St. Pierre Kilisesi’nin hemen yanından şehrin içine doğru akmaktadır ve sayısız Hristiyan ayinine tanıklık etmiştir.
6. Dağ yolunun en dar sokağında
Günahtan ve sevaptan uzak
Antakya Antakya’m merhaba
Ayak izlerimi arıyorum gençliğimin
Yağmurların cilaladığı taşlarda
Gerisi sularda
Şair Antakya’nın en dar sokağında dolaşırken geçmişini anımsamaktadır. Ne günahla bir işi vardır ne de sevapla… Bütün istediği tekrar bulmaktır gençlik günlerini. Çok da ayrıntılı bulacaktır üstelik. Çünkü yağmur belli etmiştir, cilalamıştır o kim bilir üzerinden kaç kez geçtiği taşları.
Bu arayışta en büyük yardımcısı yine su olmuştur şairin. Bu kez ne Asi’den taşan iri damlalar ne haçların yıkandığı Parmenius deresidir hayatın olmazsa olmazı. Yaşam kaynağı yağmur olup inmektedir şairin ve gençliğini geçirdiği anıların üstüne. Anımsayamadıkları ise yine sulardadır. Unutulmuştur.
7. Kaçıncı yazgısını yaşar Silpius Dağı
Bahar müjdecisi sarılı-beyazlı nergisler
Süt çimenleri mor bakışlı söğecenler
Kime sorsam unutulan adlarımı
Memekli – Köprü mü
Adam – Kaya mı
Öksürük – Deliği mi
Hepsi tümden sus – pus
Hey kim bilir Antakya güneşini
Benden daha iyi
Susar Asi susar Asi’nin asi suları
Bir gök daha öte gider sevda
Bir gök daha büyür ölüm
Gerisi sularda
Şairin diyalektik yaklaşımının en belirgin olduğu ve aynı zamanda estetik arayışlarının doruk noktası olan yedinci bölüm, Antakya tarihinde belirleyici bir rol oynayan felaketlere gönderme ile başlar. Geçmişte dünyanın en büyük üç kentinden biri olan bu kent zaman içinde başta depremler olmak üzere pek çok felaketle karşılaşmış, her birinde ağır yaralar almıştır. Bütün bunlar kenti en ince ayrıntısına kadar gören Silpius dağının hemen eteklerinde yaşanmıştır.
O dağın çiçekleri sarılı- beyazlı nergisler, süt çimenleri, mor bakışlı söğecenler tıpkı her felaketin ardından yeniden inşa edilen Antakya gibi yeni bir başlangıcın habercisidir. Ama Antakya’nın çok değerli tarihi hazineleri ya tümden yok olmuştur ya da aslı artık hiçbir zaman hatırlanmayacak denli unutulmuştur.
Avrupa’ya özellikle Fransa üzerinden 20. yüzyılın başlarında yayıldığı bilinen söğecenin anavatanı Antakya’nın tam da merkezinde olduğu Doğu Akdeniz bölgesidir. Zaman içinde yeniden ve çeşitli biçimlerde üretilerek siklamen adı altında tüm dünyada tanınır olmuştur bu çiçek. Avrupalıların onunla tanışmaları aynı zamanda haçlı seferlerinin başrol oyuncusu Frankların soyundan gelen Fransızların Doğu Akdeniz’le yeniden ilgilenmeye başladıkları ve bu bölgenin Antakya dahil belli başlı köşelerini işgal ettiği döneme rastlar. Süt çimenleri ise şairin dilimize kattığı çok sayıda isimden biridir. Baharın müjdecisi olan yeşil çimenler aynı zamanda onlardan beslenen ve yeni bir madde üreten başka canlılar için yaşam kaynağıdır.
Son üç dizenin her birinde yer alan tire işareti ise dördüncü dizedeki soruya (Kime sorsam unutulan adlarımı) hem yanıttır hem de tarih bilgisidir. “Memekli – Köprü mü” dizesi unutulan adlara bir örnektir belki ama aynı zamanda bir trajedi vardır bu unutuluşun içinde. MS İkinci yüzyılın başlarında imparator Trajan döneminde Daphne’deki bol ve lezzetli suyun Antakya’ya taşınması amacıyla oluşturulan kemerler çok daha sonraları farklı bir amaçla kullanılmaya başlanmış ve “Memekli Köprü” oluvermiştir. Bir başka deyişle Memekli hem köprüdür, hem değildir. Ama takriben dokuz kilometrelik aslından günümüze kalan hemen hemen hiçbir şeydir.
Öksürük Deliği ise tüm hatıralarıyla kaybolmuştur. İçinden geçirilen hastaların iyileşeceğine inanılan bu yerde şimdi çok daha “modern” bir tedavi merkezi, bir hastane yükseliyor.
Suyun Haçlı Gizleri kabul edilmiş ancak kanıksanmamış bir tespitle biter. Unutulmuşluk şairin çok sevdiği kentte ölüm ve sevda kadar gerçektir.