Zamanın ve Şehrin Kesiştiği Bir Kitap: Vakit İstanbul-du
“İstanbul’dan geçtim, yüzüm gözüm aşk içinde”
Hatice Eğilmez Kaya
Önce şehirler vardı belki de, sonra insan doğdu. Hele ki İstanbul, büyük bir ihtimal o, eşyanın kuruluşuna bile tanıklık etti. Sevgilinin güzelliği görecelidir fakat şirinliği tartışılmaz. İstanbul’un ise güzelliği de şirinliği de tartışmasızdır, elbette talihi ve talihsizliği de… Sabahattin Yalkın adına sayısız şairin sayısız şiir yazdığı İstanbul’u, tam da somutluğun ve soyutluğun ara çizgisi olan zaman kavramıyla kesiştiği yerde, şiirin bütün fazlalıklarından arındırılmış, darası alınmış dili ile anlatıyor Vakit İstanbul-du’da.
İstanbul için sayısız şiir yazılmışsa da ona adanan, sadece onu her haliyle anlatan tek şiir kitabı Vakit İstanbul-du. Ve görülen geçmiş zaman kullanılarak verilen adından da anlaşılacağı üzere, Sabahattin Yalkın’ın anılarındaki İstanbul’u betimliyor. Üniversite öğrencisi bir delikanlı şairin belleğinden süzülen di’li geçmiş zaman alıntıları. 1953 sonbaharı –yerler yaprak yığını / Sait Faik ölmemiş daha, 1954’ün günahlı geceleri, 1956 ortaları, 1956 sonbaharı, 1957’nin yılbaşı, ardımda kalan yıllardan 1970 mayıs; şairin ele verdiği tarihler bunlar. Düşünün bir kez, zaman tek bir parça değil midir ve biz tanıklık yapabildiğimiz kadarını birtakım sayı isimleri ile anıp kavramaya çalışmaz mıyız? Üstelik İstanbul’da dün, bugün ve yarın bir illüzyondan ibaret değil midir?
Vakit İstanbul-du, anımsanan ve yaşanan hem kadim hem yeniyetme şehrin bizzat anılarla çevresi belirlenmiş bir vaktin kendisi olduğunu işaret ediyor. Öyle bir zamana ait vakti anlatıyor ki şair, tepeden tırnağa İstanbul-du. Şairin burada vakit sözcüğünü kullanması da sıradan bir tercih değil. Vakit zamanın belli bir parçasından ibaret. Yani zaman sonsuzu; vakit ise bizim algımız tarafından bölünen, bölünerek anlamlandırılmaya çalışılan zaman parçasını anlatır. Sabahattin Yalkın için en ince detayına kadar anlattığı İstanbul; mekân değil dizelere sığmayan, belki de hep içinde yaşanan bir vakit olmalı.
Kitap, ismini içindeki bir şiirden alıyor. İsterseniz söze o şiirle başlayalım. Şimdiden di’li geçmişe bakan, belleğin anımsadıkları gayet taze olan bir şiir. Ayağı Sahaflar’a alışık bir genç, yüreği deniz gibi çalkantılıydı, “umarsız bir seviyi” yaşıyordu. Akşamcılar şarap içmeye durmuştu ve camilerde edilen dualar olanca mücerretlikleri ile Kapalıçarşı’nın üzerinde uçuşmaya devam ediyorlardı. Dindar İstanbul’la ehli keyif İstanbul aynı mekânda farklı dünyaları yan yana yaşıyorlardı. Kavgasız, dövüşsüz. “Vakit İstanbul – du hu… hu… / Sekmeli kalbimi arıyordum” diyen şair kendisine zevkten çok, acı veren bir aşkın eşliğinde titreyen ve atan kalbini arıyordu. Kalp maddesel olarak hep yerinde dursa da zamanda ve yerde kararsızdır. Hangi yere, hangi zamana gittiği belirsizdir. Şairin “Hu, hu” seslenişi bitimsiz bir arayışın yansımasıdır.
“Zikir dualarının eski bir kopyası / Her seferinde ölü yıkayıcılarına kalıyor” ken yoksul İstanbul dindardı, “Besmeleli sabahlara açılırdı boyası soluk kapılar”ı fakat diğer yandan ekmeğinin peşinde koşmak “bu karagöz insanların” kaderiydi. Onların nasiplerini gizlerdi “cehennem ağızlı İstanbul.” Galata’nın esrikliği, şarkıların kırma oluşu yadsınamayacak bir gerçekliktir. İstanbul binlerce kez melez bir şehirdir çünkü. Orada “hangi dualar minareli hangi dualar kiliseli” neredeyse hiç kimse tarafından bilinmez. Tüm eski ve eski ile iç içe yaşayan şehirlerde olduğu gibi İstanbul’da soluduğunuz havanın, gördüğünüz şeylerin hangi çağın yansıması olduğunu kestiremezsiniz. Belki de bir pansiyon odasında tek başına kendisini esrik hisseden, başka bir antik şehrin delikanlısıdır. Ve her delikanlıya benzer bir hal ile aklında sevgilisi vardır, ıslak saçlarına dokunamadığı: “Vakit İstanbul -du hu… hu… / Oldum bittim esrikti Galata / Islak saçlarına dokunmadan / Kırma bir şarkıyı kaçırıyordum / Öpüşleri yağmalanmış dudaklarından / Son kez baktığımda aynaya / Göz göze gelmeye korkuyordum / Gözlerimde unutulan gözlerle / Ölü kadar yalnızdım / Hangi çağın yansısıydı bu / Vakit İstanbul – du hu… hu…” Bir ölü gibi yalnız, içinde yaşadığı çağla yetinmeyen şair, aynaya baktığında salt kendini görmez.
Beyoğlu, İstanbul’un yükünü omuzlarında taşıyordu. Kalbi daralan herkes orda alıyordu soluğu. Bellerinde sedefli kamalarıyla gezen kabadayılar, yırtmaçlı sevdalara düşmüş başıboş âşıklar, ölümle yaşamın kol kola gezdiği sokaklar, Müslüman’la gayrimüslimin yan yanalığı, gramofonda yankılanan Rumca şarkılar… Yok yok şair bambaşka bir şeyi arıyor; eskide kalan o genç, sağlam ve duraksız soluğu. Vakit İstanbul-du, hu! Unutulmaya yüz tutmamış, dumanı her zaman tütecek anıların izini süren bir şiir, elbette diğerleri de öyle. “Vakit İstanbul-du hu… hu… / Yırtmaçlı bir sevdaydı Beyoğlu / Bir boy aşağı ölüm / Bir boy yukarı yaşam / Yitirdiğim soluğumu arıyordum / Vaftiz sularında paslanmış haçı / Ne gramofonlarda Rumca / Ne de sedef saplı kabadayı kaması / Anısı kanlı çıplaklıklarda / Nasıl bir bedenleşmeydi bu / Vakit İstanbul – du hu… hu…”
Şehirleri insanlar kursalar da şehirler yalnızca insanların değillerdir. Kedisi, köpeği, kumrusu, serçesi, baykuşu, çınarı, kaldırımlarında açan çiçekleri derken yüzlerce canlı yaşar şehirlerde. Sabahattin Yalkın onlardan da dem vuruyor. Israrla ve önemle… Karlı bir İstanbul kışında üşüyen, onlarca tehlike ile karşı karşıya, üstü başı kara bulanmış bir kuş; ötecek gücü yok, uçacak mecali de… Türü, ismi, cismi belirsiz, onun için tekinsiz gecenin ve şehrin içinde kalmış: “Karlı bir kuş / Üstüne başına bulaşmış İstanbul / Ihlamur Yokuşu’nda uç dersin uçmaz / Öt dersin ötmez / Ağdıkça ağar karanlıklara.” Şairin aklı hep onda kalır.
İstanbul’u seven çok, karasevdalısı sahilde kum gibi… Işığa doğru uçan kör pervanelere benzer ona koşup onda kaybolanlar. Özellikle her türden sanatçı, şair ve yazar derin bir tutku ile bağlıdır bu hem uysal hem asi, hem uhrevi hem günahkâr şehre. Sabahattin Yalkın; Yahya Kemal’i, Ahmet Rasim’İ, Nazım Hikmet’i, Nedim’i, Orhan Veli’yi anar. Rüya şehrin başları dumanlı edebiyatçılarını… “Vapurlara binerlerdi bazı / Dalgalara tünerlerdi / Boğaz’a Ada’ya şiire düşerlerdi / Nazım’ı / Orhan Veli’si / Sait’i / Bir türlü büyümeyen çocuklar gibi.” Özdemir Asaf için, Sait Faik için ağıtlar yazar. Orhan Kemal’in müdavimi olduğu meyhanelerdeki zılgıtlar kulaklarında çınlar: “Dur bekle daha /Orhan Kemal’in meyhaneleri zılgıt zılgıta / Anasonlu bulutları ayırın bana / Yenikapı kayıklarında sallanır belki /Senli benli küfürleri.” Ve her geçen gün değil, her dakika değişen İstanbul için Sait Faik’e şöyle seslenir: “Bıraktığın gibi değil dünya / Hem denize dokundu insanlar / Hem buluta / Ne vapurlarda o eski tantana / Ne Adalarda / Tek kanat martılar çığlık çığlığa / Arar yazgılarını dalgalarda /Güneşin ağzında artık ekmeğimiz / Kavga kıran kırana…”
Mevlevileri de es geçme elbette: “Şimdi Mevlevi soluklu bir gök dışarda / Ne Koru’nun ağaçları ne de nargile dumanları / İstanbul bırakmış kaderini Boğaz’ın sularına…”
Denir ki, İstanbul’un her semti bir ömre değer. Hakları da var böyle diyenlerin, her semti bambaşka bir ülke gibidir İstanbul’un. Şair, bu karmaşanın ve aynı zamanda sessizliğin başkenti olan şehre dair anılarını dizelere dökerken birçok semtinin adını kendilerine özgü çağrışım ve izdüşümleri ile dillendirir: “Ne sesi ne menevişli gözleri / Sarıyer’in zılgıtlı soluğunda / bulutlu anılar gizli.”, “Yeni yetme iki kız etekleri fırfırlı / Dolmabahçe merdivenlerinden Gümüşsuyu’na / Kıldan ince kılıçtan keskin”, “Adsız duraklarda kalmış Emirgânlı şarkılar”, “Tarlabaşı’nın bıçağı yitik sokaklarında / Duvarlar nece konuşur kendi aralarında”, “Tütsü dumanları içinde duası yarım Aksaray”, “Beyoğlu’nu herkes bilir / Günahını Tarlabaşı”, “Bıçakaltı duman Kasımpaşa’nın sokakları”, “Çamlıca’dan el etek çekince çamlar / Solgun bir kartpostal suskunluğunda / unutuldu zaman”, “Birazdan gün vurur Kabataş’ın yorgun vapurlarına”, “Bebek’in asmalı yalılarında varsıl kadınlar”, “ İçli bir ağıt Pera!”
“Bir parça Beyoğlu / Bir parça insanoğlu / geçer gider İstanbul gecelerinden” diyen şair için özellikle Beyoğlu’nun yeri ayrıdır. Üstelik o zamanlar Beyoğlu’na kravatsız çıkmak ayıptır. Bugünkü gibi savruk ve başıbozuk değildir. Beyoğlu’nun gecesini, gündüzünü, şarkılarını, sarhoş naralarını, kendi kabuklarına sığamamış insan öykülerini anlatır yeri geldikçe. “Beyoğlu’nun günahını Tarlabaşı çeker” der. Kederi dillere destan Abanoz’dan Naciye, Benli Belkıs, Çatık Kaşlı Fikriye, belalısının öldürdüğü pavyon kızı Fatoş -ki ona Macar Kemancı da âşıktır- dizelere sığmayan anılardan göz kırparlar durmadan: “İstanbullaştıkça Macar kemancı / Boğaz’ın vapurlarını sevdi / Uzak semtlerin salkım saçak tramvaylarını / Emirgân’da nargile fokurdatmasını / Bir de pavyon kızı Fatoş’u.” Fatoş’un öldürülüşünü ise şöyle anlatır: “Genelev yüzlü bir akşam / Kalyoncu Kulluğu Sokağı /Noktalandı Fatoş’un yaşamı / Ne yarası ne kanı / Boğazında belalısının parmakları / Macar kemancı / O gece keman çalmadı.”
Sitemiyle, nazıyla, kıskançlıklarıyla aşk da doludizgindir İstanbul’da. Ergen sevdalar, hayalleri buluttan günler; tuhaf, bir o kadar da olanlardan ötürü şaşırmış akıp giderler. Şairin dilinde kekremsi bir tat bırakarak… Hem kendi aşklarından hem de tanık olduğu çoğu mutsuz sonla biten aşklardan söz eder. Aşk İstanbul’un asla kopmayacak kanatlarından biridir. Vakit İstanbul-du’da şu dizeler de var: “Yüreğine tutunuyor bir yudumluk sevda / Yüzümde en kavgacıl yüzü göçmen kadının / Öpülerimiz dökülüyor sağa sola / Boşanmış atlar geçiyor üstümüzden / Git gide uzaklaşıyor kişnemeleri” Bir de Feride Abla’sı vardır akla ziyan. “Anılar tek kişiliktir aslında” dese de Feride Abla bitimsiz bir düş gibi aklındadır şairin. “Eve takılan bir kadın yüzünden / Kavgalı pansiyoncu Feride Abla / Körlemece tutulduğu üniversiteli oğlanla.”
İstanbul gündüzlerden çok gecelerin şehridir. Işıl ışıl Pera, ayakları her daim birbirine dolaşan Beyoğlu, Arnavut taşlı sokaklar sabırla müdavimlerini bekler. Kimi neşelenmek için, kimi efkârından bu bekleyişi boşa çıkarmaz. Etekleri yırtmaçlı kızlar kırık tefli eğlencelerin cümbüşünde “yana söne” oynarlar. Sıradan insanlar bilmem kaçıncı rüyalarını görürlerken gecelerinden yorgun düşmüş iskelet gibi bedenler dönerler ayaklarını sürükleyerek yollarda: “Üç damla ter düşer / dalyan babanın yırtık ağlarına / Ölü bir göz gibi susar deniz / Meyhane artığı bir iskelet sokaklarda / gölgesi ile dans eder.”
Peki ya evlerde kapalı kalmış hayatlara ne demeli! Onlar sokaktaki keşmekeşten uzak, gölgesiz ve sitemsiz geçerler evlerinin içlerinden. Oyalarına bazen gözyaşları düşse de kederleri çoğunlukla gizlidir. Gergeflere dokunan parmakları, yaşamın sıtması içinde titreyen yürekleri ile şehre dimdik bakmaya bile ürkerler ve keyiflerince yaşamaya da: “Bir parça ana / Bir parça kız / geçer gider İstanbul evlerinden / Bir de günden güne küçülen ekmek / Üç damla yaş düşer / oya işlemeli gergeflere / Yaşam sıtması içinde yürek.”
Modern şiir sırtını imgeye yaslar, bundan ötürü günümüz şairleri kafiyeden vazgeçseler de sözden vazgeçmezler. Sabahattin Yalkın’ın şiiri de imge bakımından yoğundur. Sayısız metafor ve hayale esin kaynaklığı yapan İstanbul’u bakınız nasıl betimler: “Benim asıl derdim /pisuvarlara izmarit atan / delinin / neden çiçek atmadığı / neden yıldız atmadığı / neden aşk atmadığı”, “Kapalıçarşı naftalinli çiçek demeti”, “Eskiyazı beş gibidir Üsküdar’ın gözleri”, “Masal artığı bir dev açmış küflü ağzını / Dilenci kılığında arsız Haydarpaşa Garı”, “Beyazıt Meydanı’nda dikize düşmüş fıskiyeli havuz”, “Çürümüş zaman kokar Haliç’in suları.”
İstanbul büyük oranda bir Osmanlı şehridir. Başka medeniyetler; eski sevdalar ya da üzerine farklı renkler sürülmüş duvar boyaları gibi alttan alta hissettirse de kendisini, İstanbul’un tarihinde Osmanlı izleri güçlüdür. Şair, genç kızların aşklarından bile “Her aşkı kader sanır Divan şiiri aklığında kızlar” diye söz eder. Osmanlının simgesi, uğruna milyonlarca insan ölen, bedeli sayısız kereler ödenen güllerden ve karanfillerden söz eder: “Güller Osmanlı kokuyor / Karanfiller eşkıya / Çiçeğin niyetini anlayamıyorum.” Osmanlıya ait ayrıntıları kullanır sık sık: “Harem günahı boynuma cariyeli köşklerden kalma”, “Halayık yüreğinde bir Osmanlı akşamı /Düş dolu bulutlar arasında / Harem’in çinili odalarını arar”, “Yer ile yeksan Sadabat’ ın sürmeli sazendeleri / Bilinmez hangi sâkinin kollarında sızmış Nedim Efendi”, “Yosmalığını saklardı feraceli Meşrutiyet yıllarının”, “Yorgun geçer selamlığa Sultan / amber kokulu harem odalarından / çıngıraklı sesleri gelir cariyelerin.”
Fakat hani melez şehirdir demiştik ya İstanbul için. Onda Bizans’ın, Doğu Roma’nın ruhu aradan bin yıl geçse de hissedilir. Ortaçağ’ın Hıristiyan inancı olanca kokusu ve rengiyle boy gösterir Vakit İstanbul-du’daki dizelerde. Kırmızı şaraplarda vaftizlenen ekmek, Madonna’nın hüzünlü yüzü, ışıkları tükenmiş Venedik işi şamdanlar, gizli gizli ağlayan çarmıhtaki İsa, bebeğini emziren Meryem, eski zaman yortuları İstanbul’un yerli çehresidir. “Bin yılık yaşamını yaşar Bizans / bir yatımlık sevdada / bu ne bitmez tükenmez Teodora / Işıkları tükenmiş Venedik işlemeli şamdanların / gizli gizli ağlar çarmıhta duran İsa / dualı uykular içinde uyur Aya-Sofya.”
Şair, Tarlabaşı’nda pansiyon odasında sigaraya başlar, öyle döner ki başı, gökyüzündeki tüm yıldızlar başına toplanırlar. İstanbul efeminen bir şehir, hem de inadına yosma. Çoğu insanın yakasından düşmeyen, her birine mavi boncuk dağıtan uzatmalı bir sevgili. Şairin anıları çalkandıkça kirlenir, yine çalkandıkça temizlenir. “Randevucu Yırtık Melâhat / İşlerin kesat gittiği sıcak akşamlar / Büyük kapılı evin önünde / Bir curcuna… tef darbuka / Zil takar oynardı sermaye kadınlarla / Ve ben Samatyalı sevgilimi düşlerdim /Feride Abla’nın çıplaklığında.”
“Kefensiz Şehir”dir İstanbul şair için. Bin bir kere ölmüş, bin bir kere kendi küllerinden yeniden doğmuş ya da doğurulmuştur. O ölürken de bir daha doğarken de ölüm ve doğum sancısını, içinde yaşayan insanlar çekmişlerdir. Birbirini garip bir dağdağa ile takip eden çağların etkisi ile kendisi bile unutmuştur kimliğini. “Kıyıya vurmuştur mavinin ölüsü” çoktan. Tarifi zor bir karamsarlık sezilir şairde kimsenin kefenlemediği şehre dair: “İstanbul unutmuş İstanbul’u / Uçmaz olmuş minareden minareye ne mavi ne sevgi / Tükenmiş martıların göğü / Dumanlı kanatlarından düşmüş yere / özgürlüğü / Görmezlikten geliyor / Yüzgöz olduğumuz sokakları Beyoğlu’nun / Bizi güzel insanlara alıştırdılar /Kalıyor musun?” Yine de güzel insanlara alıştırır birileri şairi, gitmekle kalmak arasında kalıp bocalar hep.
Sabahattin Yalkın’ın dizelerinde dolaşan, şehre yönelik kendisi kadar binlerce yıllık bir belirsizlikle susalım biz de: “Bu İstanbul / Yoksa / Hiç yok muydu dünyada.”