Varlığın, İnsanlığın ve Aşkın Tınısı: Renk Şiirleri
Hatice Eğilmez Kaya
Sabahattin Yalkın’ın şiir kitapları tek tema etrafında yoğunlaşan kitaplar. Ya bir şehri konu alıyorlar ya bir denizi ya bir duyguyu ya da bir insanlık halini… Derli toplular bu yüzden. Okurun dikkatini dağıtmadan anlatıyorlar şairin meramını.
Renk Şiirleri: Yedi rengi saçıyor gözlerimizin önüne. Gökkuşağından değil, gökkabuğundan kopan yedi rengi. Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert, mor. Evrene, dünyaya, varlığa ve insana ilişkin her biri.
33 şiir, 3 bölümden oluşuyor kitap. Her bölümde 11 şiir var.
Bölüm adları şunlar: Benim Rengim Doğu, Sevdanın Rengi Kan, Ölümün Rengi Olmaz
Benim Rengim Doğu
Sabahattin Yalkın’ın köken bilgisi hükmünde bir bölüm. Şair, Avrupa’nın birçok şehrini görmüş ve buralarda yaşamış, Batı kültürü ile yakından tanışmış olsa da Doğu’nun gizemlerle, renklerle örülü dünyasına ait.
“Yaşama çiçeklenen çocuk ağzında
Akdeniz göğünün tükenmez umudu.” Güney Güneşinin Yedi Rengi diyerek başlıyor söze. Dünyadaki yaşamın en baştaki nedeni olan güneş, doğuda özellikle güneyde bambaşka cömert ve ışıltılı; yedi veren çiçek ya da üzüm asması gibi… Kırmızı için “güneşin soluğu” diyor şair. Turuncu için “güneşin yası”, sarı için “güneşin kokusu”, yeşil için “güneşin çağrısı”, mavi için “güneşin acısı”, lacivert için “güneşin dili”, mor için “güneşin sesi”.
“Sevdadır başı
Ulu bir sevda
Kanın anası kan olsa da” Evrenin Yedi Rengi. Evren ki kat kat ve iç içedir. İnsanın ortak bilinci varlığının farkına vardığı andan beri sayısız yıldızlarla bezeli göğe bakıp içinde yaşadığı evreni anlamlandırmaya çalıştı. Gördü ki evren dedikleri reel yapı; katmanlı, sınırsızlık duygusu veren bir sarmaldı. Şair kırmızıyı “tanrı katı”na yerleştiriyor. Turuncuyu “zaman katı”na, sarıyı “Azazil katı”na, yeşili “Alalah katı”na, maviyi “Timurlenk katı”na, laciverti “Âşık Veysel katı”na, moru “Yalkın” katına. Her birey varlığın bir katını tek başına kaplar, kendi içselliğinde. Bazen yapayalnız, bazen hep birlikte…
“Evren semah döner sonsuz dengesinde
Alıştığımız bir resim olur yer-su-hava” Anadolu’nun Yedi Rengi. Bereketli ve koşulsuz veren coğrafya. Bir o kadar da talihsiz. İki büyük kıta tarafından çekiştirilen. Asya’nın doğurganlığı, Avrupa’nın çalışkanlığı arasında sıkışıp kalmış. Ne o ne öteki. Hem o hem öteki… Evren sonsuz dengesinde semah dönerken alıştığımız bir resimdir Anadolu’da yer-su-hava. Kırmızı bu kadim coğrafyada “göğün izdüşümü”dür. Turuncu zamanın, sarı Hitit Güneşi’nin, yeşil Nevruz şarabının, mavi Akdeniz’in, lacivert zeytin dalının, mor Anadolu’nun izdüşümü.
“Anamın çığlığı kulaklarımda
sürüyor uzun doğum sancısı
dualar sütlek memeli tanrıçaya” Hitit’in Yedi Rengi. Hitit bilge bir uygarlık. Zamanın en aydınlık yerinde konumlanmış. İsmail öncesi kurbanları, sararıp solmayacak mitsel öyküleri ile göz kırpar çağlar ötesinden. Sanki toprak bu medeniyetin üstünü örtmemiştir yüzlerce binlerce yıl. El ele bir sürü “insan / allı pullu kadını erkeği” hâlâ aramızda gezmekteler sanki. Kırmızıya “kansal bir sevda” der şair, turuncuya “töresel bir sevda”, sarıya “doğumsal bir sevda”, yeşile “topraksal bir sevda”, maviye “göksel bir sevda”, laciverte “duygusal bir sevda”, mora “düşsel bir sevda”. Sevmelerin her türlüsü, bağlılığın da eski Hitit masallarından uğrar göğümüze… Kibele’nin sütlek memelerinden.
“Akdenizliyiz rengarenk bakışlı
Paylaşmayı severiz ekmeğimizi aslında” Çağcıl Bir Tabletin Yedi Rengi, şimdiki zamanın lirik sesi. Toprağın altında saklanır onca yıl tabletler, belki de aranmaktan çok bulunmayı dilerler. Sonra güçlü bir rüzgâr eser yahut meraklı bir el alıp çıkarır. Üzerinde yazılanları kolaçan ederiz binlerce gözle. Sırlarını deşeleriz, gelmiş geçmiş ütopyaları ararız her birinde. Susmak mı yoksa konuşmak mı isterler umurumuzda olmaz. Çağcıl bir tablettir aslında yazdığımız her eser bizim de. Burada kırmızı Akdeniz üzerinedir. Turuncu Kudüs, sarı Antakya, yeşil defne, mavi kavga, lacivert çöl, mavi ölüm ve dirim üzerine…
“Bütün renklerin solduğu an – düşler başlar
Bütün sazların sustuğu an – kavgalar başlar” Doğulu Aşkın Yedi Rengi, aşkın Doğu coğrafyasındaki yansıması. Başaklar kadar bereketlidir aşk, başat amacı doğumdur sanki. Üremek, çoğalmak ister, oğul oğul kız kız yayılmak… Sevda ile yan yanadır doğuda aşk. Çünkü bir doğulu az sevmeyi bilmez. Hattuşa’dan, piramitlerden, ateşe atılan İbrahim’den, çarmıhtaki Nasıralı İsa’dan beri yaman bir söylence ile sevdalanır. Böylesi bir söylencede Kırmızı Anadolu aşkıdır. Turuncu Mezopotamya, sarı Yahudi, yeşil Vaftiz, mavi Akdeniz, lacivert çöl, mor şiir aşkı.
“Gitgide kirleniyor Asi Irmağı’na düşen beyaz,
Güneşi azaldıkça aklanı daralıyor sevdaların” Bir Kentin Yedi Rengi, Eski Antakya’da zaman kavramını irdeler ilkin. Çok dualı bir kentin istavrozlu, yeminli, kehribar tespihli günlerini derleyip toplar. Çanların sağır eden sesleri, doğurdukça doğuran sevi yüklü topraklar, sancılı savaş günleri, neredeyse hiç dinmeyen acılar ve çığırtkan bir neşe; göz kırpar, çağırır bizi… Kırmızı kentin Musalı sesidir. Turuncu anacıl kucağı, sarı göksel çağrısı, yeşil kutsal kanı, mavi istavrozlu yazgısı, lacivert büyüyen yalnızlığı, mor doğurgan toprağı…
“Yüreğinde sirenlerden kalma bir dalga
Bir balıkçı yakamoz toplar ağına
Körkütük sevdalı sulara” Sakız Adası’nın Yedi Rengi’nde Hora’da Yunanlılarla bir akşam yemeğine davetliyiz. Ulus, din dil ayırımı gözetmeksizin. Devletler savaşırlar ve halklar ölür bu savaşlarda. Oysa hiçbir halk düşman değildir birbirine. Gök ve deniz arasında kararsız kalan kayalıklar gibi sevdalıdır her yürek. Ilık eser rüzgâr orada, zemheri ürkek… Kırmızı Ege’nin kavgalı sularıdır. Turuncu sevişken kadınları, sarı yorgun vapurları, yeşil masalsı anıları, mavi yaşayan şarkıları, lacivert yaşlanmaz sarhoşları, mor selamlı kıyıları…
“Sular suları çıplaklıyor, dalgalar dalgaları
en çılgın danslarında Mina’nın balıkçı kızları” Asi Mozaiklerinin Yedi Rengi, bir kadının ayaklarını suya değirir. Yıldızlar, tambura çalınan akşamlar, toz toprak içinde yarışan Arap atları masmavi bir ırmağın kıyılarında geçmiş zaman ölümlerine ağıt yakarlar. Asma ağacından damıtılan şarap toprağı sarhoş eder. Çarşı pazar en eski zamanların tanrı ve tanrıçalarının kederli bakışları ile çalkalanır. Asi Irmağı, kırmızıdan kana akar. Turuncudan sevdaya, sarıdan kavgaya, yeşilden bahara, maviden suya, lacivertten soluğa, mordan zamana…
“Oyununa başlar çıracıların tutuşturduğu bakır şamdanlar,
Işık saçlı bir yosmaya döner Herod Caddesi…” Herod Caddesi’nin Yedi Rengi, erken yanan şehir ışıklarını taşır şimdiki zamana. Eski Antakya’da dünyanın en eski ışıklı caddesidir Herod Caddesi. Kim bilir kimler akıp geçtiler oradan, kollarında sevgilileri ile… İri simsiyah gözlü çocuklar sek sek oynadılar anne babalarının yanında. Caddeye bakan evlerden ipek mendiller atıldı mı acaba sonsuzluğa! Bu en eski caddede kırmızı sevdanın gizli sesidir. Turuncu akşamın sesi, sarı şarabın, yeşil yıldızın, mavi suyun, lacivert duanın, mor zamanın sesi…
“Resimleri eskimiş Egeli bir masalı alıyorum
Islaklığı karışıyor sarının gizli gözyaşlarına” Troya’nın Yedi Rengi, savaşın ve barışın şarkısı gibi. Okyanus gelgitlerine benzeyen. Demir kapılar sürgülenir, Cundalı ezgiler yankılanır kulaklarda. Ege baştan başa resimleri eskimiş bir masala benzer. Avuntulu ve sevecen… Kumsallarında gezinen kadınların ayak izlerini silmeyi başaramaz zaman adı verilen delişmen rüzgâr. Kırmızı “hangi Troya hangi savaş” dedirtir. Turuncu “Hangi Troya hangi sevda”, sarı “Hangi Troya hangi suç”, yeşil “Hangi Troya hangi beden”, mavi “Hangi Troya hangi sevda”, lacivert “Hangi Troya hangi dalga”, mor “Hangi Troya hangi ölüm”…
Sevdanın Rengi Kan
Dünya üzerinde dizeden adımlarla gezinen bir şair aşka, kadına, anneye, toprağa, insana … ilişkin sevdasından dem vuruyor. Çünkü sevda dedikleri sınırları çok geniş belki de sınırı hiç olmayan duygu; kanda akar, bir nehir gibi. Kıpkırmızı ve hayat kadar sıcacık.
“En genç anamı öpüyorum yol ayrımında
Bütün ölümlere alışıyoruz sonunda” Büyük Döngünün Rengi, kiminin umursamadığı, kiminin görmezden geldiği, kiminin şaşarak baktığı, kiminin dikkat kesildiği bir döngünün betimlenişinden oluşuyor. Atomdaki döngüden, sonsuz bir boşlukta döne duran evrenin muazzam dönüşüne kadar genişleyen halkalar halinde iç içe döngüler… Sufiler boşuna aşk ile dönmediler ya! Şaire göre kırmızının karşılığı bir güneşlik yüzdür. Turuncunun bir güneşlik resim, sarının bir güneşlik nimet, yeşilin bir güneşlik sevda, mavinin bir güneşlik düş, lacivertin bir güneşlik yalnızlık, morun bir güneşlik yas. Hep mi hep güneşle eşleşen dünyalı renklerimiz, onun şifa veren ışığından doğmuşlardır kuşkusuz.
“Biri seni kendine göklüyordu
Yavuklusuna uzanıyordu su çıplaklığında” Düş Kadınlarının Rengi, ana ile yar arasında mekik dokuyuşun öyküsü. Bir kadın çığlıklarla çocuk doğurur, bir başkası sevgilisinin gözlerindeki nergisleri toplar tek tek. Gökyüzü masmavi, başaklar dolu mu doludur onlar aşka düşünce. Kibele emzirir çağcıl bir bebeği, babalar oğullarını saçlarından öper, toprağın kılcal damarları gizlenemez tohumlarla gebedir. Kırmızı Anadolu kadınlarının rengidir. Turuncu Kadeş kadınlarının, sarı İyonya kadınlarının, yeşil İskender kadınlarının, mavi Side kadınlarının, lacivert esirci kadınlarının, mor Ceneviz kadınlarının.
“Bir salyangoz kabuğuna sığınan zaman
Gerdeğini gizlese de kendi sesinden
Toprak bilir kök ucundaki susuzluğu…” Evlerin Yedi Rengi, içinde kimi bolluk kimi dert öğüten evlerin yedi rengi… Evler ağlar, evler güler içlerinde yaşayanlarla birlikte. Halısı, kilimi, mutfaklarda kaynayan bakır tencereleri, tertemiz silinmiş pencereleri… Çocuklar birdenbire büyür, kimilerini umacılar çalar. Yine de ne akrep ne de yelkovan durur yerli yerinde… Kırmızı evlerin gerdek sevincidir, turuncu unutulan gizi, sarı solgun yüzü, yeşil beyaz kalıtı, mavi uslanmaz suları, lacivert yitik izlekleri, mor öznel tanıklığı. Ağlayan ve gülen, yaşayan ve çoktan ölmüş insanlarla dolu evler ya da boş evler.
“Hiçbir göktaşı doğduğu göğün bilmez adını
Yanıp kül olduğunda düşleri karışır karanlığa
Aynaların ışığında…” Aynalı Düşlerin Yedi Rengi, iki güçlü metafordan besleniyor; ayna ve düşler… Aynaya bakınca gerçekleri gördüğümüzü sanan biz insansoyu, düşleri de başıboş biliriz. Oysa her düş bedende tutsak tinlerin kaçak yolculuklarıdır. Antakyalı bir güneş aynası gümüş rengi ile zamanı büyütür yarı gecelerde. Ve bir düş sızar bilinçaltlarımızdan ihtimal olana doğru. Burada kırmızı gelin düşüdür. Turuncu eşkıya, sarı su, yeşil toprak, mavi gök, lacivert kadın, mor yaşam…
“İnsanın öldürmekle bitmeyen yazgısı…
Yere düşen kim, hangi ana ağıtlı.” Umgulu Düşlerin Yedi Rengi, göğü büyüten korkuların değil geleceğin ayak sesidir. Kulak kesiliriz anlatılagelen her mite. Okuduklarımızdan, gördüklerimizden çok işittiklerimiz bizi yönlendirir. İnanmayı sever çoğumuz endişe etmeyi yahut şüphe duymayı değil. Önümüze serilen dizelerin her biri ömürleri bir umut tufanı olan biz insanların hikayatı. Bu hikâyatta kırmızı sevdanın yüzüdür. Turuncu kadının, sarı günün, yeşil bereketin, mavi ağıtın, lacivert umudun, mor Nevruz’un. Doğu’nun hep bir elden doğduğu gün Nevruz.
“Bu yüz nasıl düştü yüzüme
böyle milyonlarca yüz içinden” Yaşamsal Resimlerin Yedi Rengi; fırçadan, boyadan ve kalemden arınmış resimlerle oyalanan dizeler. Ressamları, nakkaşları, şairleri kadar kederli… Sıradan insanlar binbir neşe ile uyurlarken, dinlenmiş ve unutmuş uyanırlarken onlar yanarlar da yanarlar. Bütün insanlık için, sonsuz ve delice bir akışa bakarak… Kırmızı günlerin resmi, turuncu yüzlerin, sarı toprakların, yeşil ilk BEN’in, mavi bedenlerin, lacivert gizlerin, mor anaların…
“Bir bedeni büyütüyorum bedenimde nicedir,
Düşlere bırakmadan yaşamcıl sesimi” Bir Aile Albümünün Yedi Rengi, onlarca yılı kucaklayan albümler, aile gibi sarıcı, aile gibi sırdaş… Bebekler çocuk olur o albümlerde, çocuklar genç, gençler ihtiyar. Gökyüzünden katarlanmış bir bulut sürüsü geçer gibi ya da ılıman ülkelere sürü sürü göçmen kuşlar uçar gibi… Ağlayanları göstermezler bize, gülenleri de ne çoktur. Kırmızı “insan ilkin insandır” üzerine kurulu. Turuncu “son kez sevişelim”, sarı “ben benim, ya sen”, yeşil “yaşamın bir-aradalığı”, mavi “bir gün anılar da yiter”, lacivert “büyüyen yalnızlığımız”, mor “ölüm benden uzak dur” üzerine…
“Şaraba dadanmıştı toprağı
şimdi ne asması var
ne de koruğu…” Adı Yitik Bir Kadının Yedi Rengi, unutulmayan fakat adları anılmayan, yitirilmiş tüm kadınların nefesleriyle canlanıyor. Tüm kadınlar sevilmeye layıktır ve hasretli… Sevdadır belki o kadınlar, belki de kan, belki hiç yoktu… Şairler düşlerinde gördüler onları, şiirlerini yazdılar içten içe, sonra birbirlerine anlattılar. Kimi inandı kimi “yalnızca bir mesel,” dedi. Burada kırmızı bedeni sorgular. Turuncu üremeyi, sarı doğayı, yeşil yaşamı, mavi sevdayı, lacivert düşleri, mor zamanı…
“Kimin umurunda hangi beden kanlı hangisi yaslı
Çekirdeklenen her damla akraba çıkıyor topraklarla” Toprakçıl Bir Şiirin Yedi Rengi, bereket ve akış demek. Şiir ki toprakla beslenir, ondan alır her neyi varsa. Biraz da denizden, bir parça gökten… Fakat en çok topraktan… Dizeler birer çay, ovaları sulayan dere. Bir yanı güzel ve mutlu, diğer yanı yakılmış ve kuru dal… “Oysa ne suyun yaşını bilen var aramızda ne de sevdanın.” Şiirin akışında kırmızı toprağın yalnızlığıdır. Turuncu korkusu, sarı kaygısı, yeşil sancısı, mavi derdi, lacivert suskusu, mor Pi’si…
“Ey yer, ey gök, bir daha yaşanmasa da
O kaçamakları, ilk sarısında bağışla bana…” Budapeşte Gecelerinin Rengi, biraz gurbet, biraz merak, çokça gençlik suçu imliyor. Budapeşte her gece farklı bir şehir. Bin tane yüzü var bini de bir diğerinden farklı. Şair o günleri diler; yer, gök, bir daha akmasa da o suları, hem de ilk kırmızısında bulmak ister… Oysa gençlik geri dönülmesi mümkün olmayan yitik bir ülkedir artık. Kırmızı akağı yitik sulardır, turuncu yüzlerin dilsiz öyküsü, sarı soluksuz düşen ağızlar, yeşil bir gecelik oluşları, mavi yolların sonsuzluğunu, lacivert kan çıkmazı bıçağı, mor yaşadıklarım yalnız bana aiti…
“düşler lâcivertlenmekse başıboş bulutlarla
İnce ayar yağmurlara dertlenmek neye yarar.” Bir Mektubun Yedi Rengi, gölgelerin üstüne basarak geçilen sulara benzer. Nice zamanları taşır adsız ıslaklığında… Her suskunluk biraz da yaşlanmayı anlatır. Bazı evler çoktan yıkılmıştır, resimlerdeki renkler yalnız hissederler kendilerini. Şairlerin dizeleri günlüklere düşmeyen anılardır. Dizeler şimdilerde yazılmayan mektuplar kadar mahzun. Bu mektupta kırmızı sulardan söz eder. Turuncu kentlerden, sarı yüzlerden, yeşil bedenlerden, mavi denizlerden, lacivert yeminlerden, mor yarınlardan…
Ölümün Rengi Olmaz
Sabahattin Yalkın her şeyi dönüştüren, herkesi eşitleyen ölümden söz ediyor, tüm yönleri ile. Hem korku hem umut olan. Bilinmeze yolculuk, azıcık şaşkınlık, bir parça yalnızlık içeren. Ağlayıp güldüğümüz ölüm. Bazen de kilitli sandıklarda sakladığımız. Gökkabuktan, tanrısal olandan çıkıp gelir ölüm. Zamanın nehrinde sürüklenen bir kayık, bulutlara doğru uçup giden uçurtma…
“Hangi deniz baharat kokulu, hangisi korsan
Ne çağrısı belli, ne de çalgısı dalgaların” Gökkabuk Bir Yaşamın Yedi Rengi, sözcüklerle oynayan bir şairden haber veriyor. Sözcüklerde yapılan alışılmadık yapısal değişimler dil bilincinin sınırlarını da zorluyor. Zümrüdü Anka’nın kararlılığı, Kaf Dağı’nın gizem yüklü doruğu “merhaba” diyor. En eski zamanların mitleri binlerce kentin kapılarını hep birden açan anahtarını kendi elleri ile sunuyor. Gökkabuğun yedi renginde kırmızı zamanın gizil adlarıdır. Turuncu zamanın gizil resimleri, sarı zamanın gizil ırmakları, yeşil zamanın gizil isyanları, mavi zamanının gizil umuları, lacivert zamanın gizil istemleri, mor zamanın gizil çağrısı.
“Göğüm nerde / iri sonsuz oylumlu gözüm
Birbirimizi eksiksiz sevdiğimiz / düşsüz yeminsiz” Anıların Yedi Rengi, anıların düşten ayrılan ve düşe yaklaşan yönlerini açık ediyor. Gençliğin zulasında gizlenen sevdayı, düşleri, içten gülüşleri çağrıştıran. Kırmızı yağmur gecelerdir. Nice şehirler gördü o şair gençliğinin İstanbul’undan vazgeçemedi. Tarlabaşı’nda, Tepebaşı’nda söylenen şarkılar çalkalanıp durdu belleğinin kıyılarında. Turuncu parçalayan sevdaşk, sarı sevilerin çiçek altı, yeşil ıslaklığı karanlığa kalmış olandır, mavi yitik kentler ağıtıdır, lacivert yasak kimlik taşımaz, mor dualardan ayrı bir duadır.
“Anılarda kaldı çaprazlandığım bela sokakları
Bakışlar kan çıkmazı duruşu telli deli” Dilin Yedi Rengi, insanın insan kılınışının izini sürmekte. Kavgalardan, bakışlardan süzülen ipeksi bir kuş kanadının yere düşmesi gibi. Söylenmemiş, gizil tutulan sözlere eş. Nice kentler, nice kelimeler, nice yürek çarpıntıları yansıdı buhurdan aynalara kim bilir. Şaire sevdalarla yüklü dalını hiç yalnız bıraktırmayan düşsel bir yolculuktur bu. Kırmızı mendil dilidir. Turuncu dal, sarı recm, yeşil başak, mavi gök, lacivert ekmek, mor zaman dili…
“Asma dallı peştamallar içinde eski kadınlar
Mozaiklerde kimi buhurlu kimi yarı çıplak” Deli-Fişek Yılların Yedi Rengi, geçmişe yalnızca anımsayışlarla dönülebildiği halde zamanın illüzyonuna uğrayan yılların hep bizle olduğunu söyler. Öyle ki hiçbir kapı asla kapanmamıştır, hiçbir pencere tozlu sokaklarla ilişiğini kesmemiştir. Çocukları tutar şiire sevdalı bir yürek yedi rengin karşısında bile. Kırmızı sevdaya ayrılmıştır. Turuncu şaraba, sarı toprağa, yeşil yasağa, mavi İstanbul’a, lacivert kavgaya, mor güneşe.
“Örtülü sevdalarda kırmızısı aç geceler
Gizlice sinmiş kentin kısık sesli karanlığına” Kavgaların Yedi Rengi, sonsuzluğun ortasındaki yeknesak gidişe dur der gibidir. Bütün evren rutini sevmektedir zira, insan hariç. O kavga etmek ister, kazanmak ya da yenilmek… Sonrasında barışmak ister, bir daha hiç mi hiç yan bakmamak üzere bir diğerine. Karanfili çakırdikenine yakıştıramaz, kokusuyla rengiyle alır da adı bilinmedik bir çiçeğin incecik dalına asar. Kırmızı kanların kavgasıdır. Turuncu tohumların, sarı kentlerin, yeşil ışıkların, mavi suların, lacivert günlerin, mor toprakların kavgası.
“Ne vakit Kadıköy’e insem
İster yağışlı ister cıngıllı
Zonklayan bir şiir yüreğimde” Bir Meyhanenin Yedi Rengi, şairlerin olmadıkları yerlerin kederini söyler. İçlerinden Dağlarca’nın adı geçer özellikle. Masalarında sayısız şiir yazılır; şairler bembeyaz adamlardır, rakılarını şiirlerine meze yapan. Su katılmamış bir sevda gezinir sokak aralarında, gelip geçenlerin ayaklarına dolanarak. Yer gök tanıktır olup biten her şeye, sonsuza dek susup söylemese de… Kırmızı İstanbul şiirinin yarısıdır. Turuncu yaşlanmanın gizil adı, sarı yalnızlığa ağıt, yeşil şiir ya da insanın kendi kendini yargılaması, mavi ozanların sonsuz kavgası, lacivert şiirsizliğin şiiri, mor şiirin sonsuz sancısı.
“Bir damlanın akına karışır korkusu;
Çocuklara anlatılamaz masalların çoğu.” Yalnızlığın Yedi Rengi, yine ve hep yine yalnızlığa ilişkindir. Yalnızlık soluğu yitik anılara sığınır, onlarla söyleşir gece gündüz. İşi gücü olanlar dışarı çıkarlar, kalabalık caddelere karışırlar, rüzgârın ıslığında şarkı toparlarlar. Yıllar yaşlarla, yaşlar yıllarla büyüdükçe tüm düşler toprak rengini alır. Kimi zembereği boşanmış bir saatin içinde kurulmuştur kimi yelkovanın kanadına takılıp terk etmiştir bomboş odaları… Kırmızı söz yalnızlığıdır. Turuncu resim, sarı yaşam, yeşil toprak, mavi su, lacivert çiçek, mor ise sevda yalnızlığıdır.
“Her savaş sonu daha da azar yara
Ekmekler azaldıkça eller büyür” Çocuk Sokaklarımın Yedi Rengi, en başa dönme arzusu sayıklar. En başa, üstümüzden hiç ayrılmayan o masmaviliğe… Bir yanda ekinin ertelenmez bereketi, öte yanda çile ekmeği, akşamın ortak ve evrensel karasına karışır gözlerin karası. Bütün renkler gizlice ayrılırlar bazen peşlerindeki bazen önlerindeki gölgelerinden. Duruşu karanlığa isyan bir ağaç gibi. Kırmızı insanları özetler. Turuncu evleri, sarı zamanı, yeşil kentleri, mavi savaşları, lacivert tarihi, mor ise yaşamı.
“Hangi sarıda ağıt hangi sarıda pirinç sıcağı
Bunca zulümden sonra bana açlıktan söz açma” Amerikanya’nın Yedi Rengi, ismi ve kendisi bozulmuş bir kıtanın resmini çizer. Bütün dünyayı kana bular bu kaçak kıta. Sürgündür de aynı zamanda. Oysa insan insandır her devirde; sarısı, karası, beyazıyla. Ben diyen, hep kendi beni için ezen ve sömüren topraklarda yaşayanlar hiç sormazlar mı acaba bunca yıkımın nedenini? Kırmızı “bu ağıt Hiroşima içindir” der. Turuncu “bu ağıt Doğu içindir”, sarı “bu ağıt Vietnam içindir”, yeşil “bu ağıt zenciler içindir”, mavi “bu ağıt Akdeniz içindir”, lacivert “bu ağıt doğa içindir”, mor “bu ağıt insan içindir.”
“Çok gerilerde kaldı bulutsuz Akdeniz gökleri
Mavisini yırtıp yırtıp şiirlediğimiz günler” Dostluğun Yedi Rengi, ölen bir dosta ‘Süleyman Okay’a seslenir. Dostlar ölümlüdür, bütün canlar gibi. Oysa dostluk evrilse, yontulsa, değişse de yokluğa teslim olmaz. Yaşlar kemale erer gel zaman git zaman, söylenmez başkalarına; eski bir kentin yitik yerleri ya da yaşanmamış aşklar gibi… Gizli saklı söylenir kimi şarkılar tülde peçesini kuşanan dolunayda… Kırmızı yaşanmamış aşklara adanmıştır. Turuncu ilk gençliğe, sarı parasızlığa, yeşil Antakya’ya, mavi Akdeniz’e, lacivert anılara, mor yaşama.
“Arsız akışlı suların suskun taşları
Yitik bir sevdanın suçunu saklıyor” Yaşamın Sorgulanamayan Yedi Rengi, sorgunun da sözün de bir son noktası olduğunu imliyor. En uzak kentlerden birinde, belki de yanı başında çocukluk sokaklarının; kapılar kilitlenir ansızın. Gelmesi beklenen gelmemiş olsa da. Akşamın gözü kapalı bulutları kaldırımda açan çiçeklerin üzerlerine çökseler de… Kırmızı güneşin doğum adıdır. Turuncu güneşin yer adı, sarı güneşin gizemli adı, yeşil güneşin toprak adı, mavi güneşin deniz adı, lacivert güneşin düş adı, mor ise güneşin son adıdır.
Tütsü kokuları ile kapılarımızı çalıyor Renk Şiirleri. Kehribar tespihlerle, aynaların kendilerini gizleyip insanı ele veren sırları ile… Bireyden kalabalıklara, zamana ve mekâna doğru yayılan iç içe geçmiş varlık halkaları ile…
Ve “aslında ölüm sorgulanamaz” diye bitiveriyor bütün bir hikâye!
İmge şiirin hayalden bahçesi
Modern şiir önemli oranda sırtını imgeye yaslar. Şiire yönelik oluşturulan kuram ve görüşlerin de poetik eserlerin de en önemli ilgi alanlarından birisi imge kavramıdır. Sanat ve edebiyat, özellikle de şiir reel dünyaya yönelik değişmecelere dayanmaktadır. Bu anlamda şairler şiir yazarken kullandıkları dilin -ki bu genellikle anadilleridir- bütün olanaklarından yararlanmalıdır. Konuşma ve yazı dilinden yola çıkıp bambaşka bir dil evreni oluşturma çabasıdır imge.
Sabahattin Yalkın şiirlerinde imgesel anlatımı sık kullanan şairlerden. Soru sorma, anımsatma, eğretileme, benzetme, kişileştirme, alışılmadık bağdaştırma, metafor, mecaz gibi yollarla kendisine özgü bir imgesel anlatım kurabilmiştir. Renk Şiirleri’nde yüzlerce imge örneği bulunmaktadır.
Galip bir orduyu yenen en eski savaş hilelerinden biri anımsatılıyor, işitme duyumuza ait çığlıkları mor sıfatı ile alışılmadık bir biçimde bağdaştırarak: “Tahta At’ın gizine karışıyor savaşın mor çığlıkları”
Şair eceli yollara kurulmuş bir pusuya benzetiyor, yine de bilmezden geliyor bu benzetmenin içeriğini ve anlamını: “yollar bir türlü yetmiyor gecelere / ecel görünmeyen bir pusu mu…”
Dalgaları tüm duyarlılık sahipleri gibi seviyor olmalı Yalkın. Aralarına giren kılıçlar ne de çok üzüyordur onu kim bilir: “Dalgalarla yüreğim arasında uzuyor kılıçlar”
Mavi, belli ki üstüne gelen onca kötülüğe karşı yenik düştü. Ve tarih yazıcılar işlenen suçları eğri büğrü yazılara kaydettiler, hiç kimsenin umurunda olmasa da: “Bu mavinin kutsanan ilk yenilgisi / Eğri büğrü yazılarda kalıyor suçlar…”
Acıların çoğunun üstü kapatılır, çünkü insan en çok mutsuzluğundan utanır: “Bunlar üstü örtülü acılardır…”
Kimi sevdalar acılar gibi gizli tutulur, pek çoğu çoktan unutulmuştur, şarkılar da olmasa hiç yaşanmamış hükmünde her biri: “Tanığı kalmadı sevdaların şarkılardan başka…”
Şair görüyor ki çocuklar işgal altında, çocuklarla savaşıyor neredeyse bütün insanlık. Kirletilmiş, örselenmiş renkleriyle büyüklerden yana değildir o, güneşin yedi rengini de sayar, yalnızca kırmızıyla değildir derdi: “Sırf bu yüzden çocukları tuttum kırmızıya karşı”
İstanbul ilk anne kadar doğurgan bir kent, doğurgan ve albenili: “Allanan hangi İstanbul hangi yapraksız Havva”
İnsan sık sık yönünü kaybeden bir varlıktır, hele ki sevmelerde. Lâcivert acımızı paylaşır, belki de kimimiz onun acısını hiç yaşamadık, bu yüzden bilemeyiz: “Sevmelerde yönsüz bir kanat, / Yaşamadan bilinemez lâciverdin acısı …”
Dünya tarihi kan ve gözyaşından ibaret. Yaşanılan bütün savaşlar insanlığın ortak yaralarını çoğaltır. Haksızca paylaşım çoğaldıkça yoksulların ekmekleri azalır: “Her savaş sonu daha da azar yara / Ekmekler azaldıkça eller büyür”
Şiir, sözcüklerle oyun oynama sanatı
Sabahattin Yalkın, Renk Şiirlerinde yüzlerce sözcükle hem yapısal hem de anlamsal açıdan oyunlar oynuyor. Böylelikle anadilinin sınırlarını zorluyor. Bu zorlayış sayesinde ses yönünden de içerik yönünden de varsıl bir anlatıma ulaşıyor.
Öperiz, öpüşürüz, bir de öpülenelim mi ne dersiniz: “Hilesiz bir öpülenmeden almış tohumunu…”
Besteler yalpalı yalpalıdır kimi zaman, ya aşktan ya şaraptan: “Yalpalı bestelerde birbirini tutmaz adımlar”
Kiminin payına para pul, kiminin payına şan şöhret düşer. Şairlerin payına düşense sevgenliktir, az sevmeyi bilmez onlar: “Payımıza düşen sevgenliğimiz…”
Kavganın en bereketlisi başakçıl olanı olsa gerek: “Başakçıl bir kavga büyür ellerinde”
Ne de güzel bir buluş, Aşkdeniz birleşik sözcüklerin içinde parlıyor: “Soyunur sularına Aşkdeniz olur”
Her gece bir şeyleri umarak uyur, her sabah yine bir şeyleri umarak uyanırız, umgularımız kemirgen birer kurttur belki de: “Sabahlar azda kalsa da umgulardan…”
Her göz sevsevli değildir, keşke öyle olsa, çevremiz asma yeşiline bürünse: “Asma yeşili bürüyor sevsevli gözleri”
Delikanlılar genç kızlar, sevenler sevilenler, âşık olanlar olmak isteyenler piyasa vakti çıkarlar sokağa. Gözler öpücük içinde: “Piyasa vakti göz-öpüşü içinde kan Dörtayak boyunca.”
Sevgililer bakışırlar, karşılıklı sevgilenirler, bir de bakarsınız öpüş öpüş olur sevdaları. Bu evrelerin ne zaman gerçekleştiğini kim nereden bilecek: “Ne vakit gözleştiklerini, ne vakit sev-sevleştiklerini / Ne vakit öpüleştiklerini ince ıslak bir dille.”
Bir kadının iri gözleri düşer şairin yüzüne yağmurun mızrakları gibi ya da günışığı gibi diklemesine: “Yüzüme diklemeç düşen iri gözlerini”
Yazın yaylada, kışın kışlakta eyleniriz, şairce koyu mavi geceler ise birer sevlektir: “lacivert artığı bir gecenin sevleği”
Yalnızlık Dedikleri Uçsuz Bucaksız Mülkün Çoğu Şairlerin
Umursamaz bir dünya burası, insanların çoğu umursamaz, kendi keyiflerinde dolaşır dururlar yer kürede. Bir kısmı ağlayanlara dönüp bakmaz, bir kısmı onların mutsuzlukları ile beslenirler, bazıları da izleye izleye hoşça vakit geçirirler başkalarının yaşadıkları içler acısı tabloyu. Ezenler, sömürenler, git gide ruhunu yitirmiş olanlar… Şairler nasıl yalnız hissetmesinler böylesi tuhaf bir yerde. Sabahattin Yalkın da sık sık yalnızlıktan söz eder, hatta çevresindeki canlı cansız varlığı da bu yalnızlığa ortak ederek.
Zorlu kış günleri gibi, kesif bir karanlık gibi yalnızlık koyulaşır. Öyle ki gökyüzündeki bulutlar bile şaire deniz küsküne gelir: “Deniz küskünü, kanadı tüysüz bulutlar / Gitgide koyulaşan bir yalnızlıkta…”
Dedik ya şairler yalnızdır, şiir de uçsuz bucaksız yalnızlığa düşer öyleyse. Ve Yalkın ayrılıkları sevmez, bir düelloda hafif bir silahla öldürülmüş gibi hisseder kendini: “Bir yalnızlığa düşüyor uçsuz bucaksız şiirimiz / Ellerimi bırakma ayrılıkları sevmiyorum / Zoruma gidiyor tanıksız bir düelloda vurulmak”
Çevresine bakar şair, görür ki yalnızlıklar durmaksızın büyümektedir: “Yalnızlıklar büyüyor dola boşala”
Sevgililer binlerce kez öpse de yalnızlık azalmaz, çok sevgili hiç sevgili olsa gerek: “Öpüşler arttıkça azalmıyor yalnızlığımız”
Yalnızlık genellikle içsel bir durumdur, dışımızda bulunan binlerce yüz içimizdeki yalnızlığa çare değildir: “Bir yüzde binlerce yüzü çoğalta çoğalta / Gücümüzce çare aradık yalnızlığımıza”
Bereketli yağmurlar, Amanos yağmurları taneler halinde camlara vurur. İnsanlar gibi çoğul, insanlar kadar yalnızdır yağmur damlaları. Onlar için üzülür şair, penceresini açıp içeri almak ister yağmuru: “Camlara vuran Amanos yağmurları / Öksüz bir ıslaklığı taşır ağıt ağıda / İnce uzun yalnızlığını alsam mı içeri”
Eskiden, büyük ihtimal gençken kendisini yalnız hissetmezdi şair çarşı pazar dolaşırken. Kalabalıklar içinde tek başına kalmak şairlerin ortak yazgısı: “Nerde yüksük ağızlı Aksaray kaçamakları / Bu denli yalnızlık çekmezdim çarşı-pazarda”
Hüzün yaşanmasa yazılır mıydı hiç?
Hüzün, Doğu halklarının genetik mirası. Onca savaş, onca yıkım, bir o kadar keşmekeş; babadan oğula anneden kıza döndürüp dolaştırır hüznü çağlar boyunca. Erkenden inen sonbahar akşamları, rüzgârın önünde savrulup giden solgun yapraklar, gökyüzünü kuşatan lacivert bulutlar, sürüler halinde çekip giden göçmen kuşlar, ayrılıklar, yaşanamayan aşklar, uzun uzun süren beklemeler… derken ne çok hüzne bahanemiz vardır.
Renk Şiirlerinde hüznün esintisi ne de yoğun…
Keşke tek yerden kırılsaydı şairin kalbi, belki iyileşirdi o zaman. Yasaklı şiirlere bir yol bulunurdu: “Üç yerden kırılmış kalbimiz hüzün hüzüne / Bir yol arıyoruz yasaklı şiirlere”
Hüzünler pusuda bekleyen yabanıl hayvanlar gibidir. Söylenen ya da işitilen kötümser sözlerin ardından, iyi sözlerin tamamen tükendiği an saldırıya geçerler: “Bütün sözcüklerin tükendiği an – hüzünler başlar”
Uçsuz bucaksız izlenimi veren göğe bakar şair, bedenine sığdıramaz onu; hüzünleri de tinine. Yaklaşan bir vakitten söz açar, o vakit gelmeden gerçek anlamda yaşamayı düşler: “Bedenime sığmayan gök niye tümden hüzün / Ah bir daha yaşamlansak, vakit dolmadan”
Akşamın, sonbaharın rengi turuncu elbette hüzünlüdür ve suskun; en derinde en altta durur her zaman. Dilerseniz bir de ilk gördüğünüz gökkuşağına bakınız: “En altlarda susuyor hüzün yüzlü turuncu”
Gündüz savaş zamandır, bilinen o ki neredeyse hiçbir savaş gece başlamaz. Renkler de yorulurlar bütün günün algı vergisi içinde, akşam ise harmaniyesini giyerek aralar kapıları, dünyadan el etek çekmiş sufiler gibi: “Bütün renkler gündüz yorgunu / Kapısını aralayan harmaniyeli hüzün”
Neden geldin diye sorabilir miyiz hüzne, yahut ne zaman gideceksin diye: “Aslında hüzün sorgulanamaz”
Şair, tepeden tırnağa duyarlılık… Hele ki evrensel duyarlık
Dünya karmaşık bir yer, düşten bir gezegen… Nice ezilen nice ezenle koyun koyuna. Sömürü, şiddet, savaş, kin, kan, saldırı, vahşet… İnsanlık tarihi de şimdiki zaman da kirli mi kirli. Bir kısmımız görmezden gelse de çevresinde ya da uzaklarda olup biten kötülükleri, duyarlılık sahibi şairler kayıtsızca yaşayamazlar.
Renk Şiirleri’nde evrensel duyarlılık içeren birçok dize bulunmaktadır.
Kendilerini tanrı zanneden zorbalar, sömürüden üretilmiş putların gitgide büyümelerine yardımcı olmaktadır. Onların sofralarında iyi insanlara yer yoktur: “Bilmiyorum hangi sofralarda yerimiz / Zorbalıklarla daha da boylanıyor putlar”
İkinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran iki atom bombasından biri Hiroşima’ya atılmıştı. Bu saldırıda yanan insanların külleri tüm coğrafyalara ve tüm zamanlara yayılmış durumda. İnsanlığın ortak belleğinden asla silinmeyecek: “Hiroşima’da onbinlerce insanın külleri havada / Bir göz kırpımı bile değil yaşamla bitim arası”
Dünya üzerinde yaşanan zulümler mi yoksa milyonlarca insanın açlığı mı daha ağır bir keder, yanıtı en trajik soru: “Hangi sarıda ağıt hangi sarıda pirinç sıcağı / Bunca zulümden sonra bana açlıktan söz açma”
Sanat ve en eski tarih, antik çağlardan kalan bir testi, anfora temiz kalabilir mi ölümcül radyasyon dalgaları dört bir yana dağılırken: “Radyasyon dalgaları büyüyor sinsi sinsi / Kirleniyor Mona Lisa’nın kızoğlan-kız yüzü / Hangi mavide Akdeniz hangi mavide yosma göğü / Acısını sularda saklar kumlara gömülü anfora”
En büyük sömürü en gelişmiş sanılan ülkelerce yapılır her zaman, zenciler, esmer-sarı- ya da kızıl derililer bütün ezilmişlikleri ile kedere boyuyorlar bütün bir gezegeni: “Havada yürürken özgürlüğü büyüyor zencilerin / Özgürlüğü büyüyor ezilmiş bütün renklerin”
Sokaklar kirli, her yerde savaş, her yerde ezim, her yerde kirletilmiş bir insanlık. Sırtında süvari değil ölüm taşıyan atlar, insanlı dünya, belki de insansız: “Bir sürü savaş artığı piç… sığınmacı hapçı pornocu / Hangi morda ağıtlı hangi morda isyanlı / Ölümü yelesinde taşır at dörtnala koşarken bile”
Çan sesleri, edilen onca dua kapkara bir dünyanın ak pak olmasına yetmiyorsa, durup binlerce yıl düşünmek gerek: “Gök delindi çan sesleri yetmiyor insanlara / Dualar yetmiyor göz göre göre kararan zamana”
Yoklukla, savaşla, terörle ve kanla beslenen ucube bir ülke, onu sevmek mi, asla: “AmeriKANYA … seni sevmek mi … haşa … / Atom ne dolar ne bunca yokluk varken Dünya’da”
Gökyüzü masmavi gözleri ile izliyor insanlığı; bunca gözyaşı, bunca kan ve sayısız savaş… Usanmış olmalı gök bizi seyirden. Ve bütün şairler ağlamaklı: “Şurda gözyaşı şurda kan şurda sevda / Ey gök … bunca savaş yetmez mi daha”
Denizler boyu ağlansa da, ağlayışlarımız yetmez toprağa dökülen kanların kuruyuşunda: “Şimdi neye yarar bu deniz bu ağıtlı zaman / Akı çoktan kuruyan bunca kan.”
Gencecik binlerce insan yere düşer, insan öldürdükçe yazgısını yeniliyor, her oğula ağıtlı bir ana; ırkı, dini, dili önemsiz: “İnsanın öldürmekle bitmeyen yazgısı… / Yere düşen kim, hangi ana ağıtlı.”
Ağır silahlarla saldırır emperyaller, her yengi borsalarda tırmanış, işgal altındaki yoksul halklar dualar büyüdükçe büyüyor, başı isli puslu dağlarda: “Borsa başka söyler savaşı İkiz Kuleler başka / Afgan Dağları’nda dualar büyür silahlara karşı”
Bütün dinler ve öğretiler paylaşmayı salık verse de kavgalar, yengi umutları ve şarkılar ağlamaklı: “Nice şarkılar nice umutlar nice kavgalar / Hani ekmek paylaşılmak içindi su içilmek”
İnsan mıdır bütün bir varlığın yükünü omuzlayan efsanevi varlık
İnsan ölümlü olduğunun farkındaki tek canlı. Bilinmez bir boşluğun ortasında genişleyen evrenin tanığı. Gökyüzündeki sayısız yıldıza bakıp şaşırıyor, toprağın kımıl kımıl oluşuna da… Bir kısmının yanıtını bulamadığı sorular sormakta. Bazen tanrılara, bazen ateşe, bazen güneşe, bazen suya taptı. “Kimisi bugün var yarın yoğum ve bu umurumda bile değil,” dedi. Kimisi “insanca varsam hakkını vermeliyim.”
Sabahattin Yalkın varlık, evren, dünya ve insana ilişkin fazlaca düşünen şairlerden.
Büyük bir döngüden söz ediyor Yalkın. Suyun dünya içindeki devri daimi gibi. Bu döngüyle ilgili düşünceler üretiyor. Yaşamak ve yaşamamak arasındaki zaman dilimi bir el çırpımı kadardır, bunu biliyor. Böylesi varlık bilmecesinin içinde sevgiliyle son kez sevişmek yeterlidir aslında: “Yaşandı yaşanmadı hepsi bir el çırpımı / Gök almanağında kim bula kim okuya / Büyük Döngü’nün neresindesin şimdi / Hangi beden benim hangisi sana / Son kez sevişelim eğer vakit kaldıysa”
Eskiler felek derlerdi, çarkı felekti onlarca döne duran gökler. Sonsuz sayıda beşik kuruldu dünyada ölümsüz dengeye nazır. Süt kokan bebekler de uçup gittiler, onların anneleri de: “Göğün ölümsüz dengesinde sonsuz beşikler / Çocukların süt koktuğu / anaların ana ana”
Zaman ve uzam, iki başlangıçsız ve sonsuz kardeş. Zamanın ağır yükünü taşımaya mahkum edilmiştir ölçüsüz büyüklüğünden ötürü uzay: “Uzayın suçu ölçüsüz büyüklüğünde saklı / Taşır zamanın kirlenmeyen akını.”
Büyük bir patlamaya atıfla, sırları belirsiz bir varlığın ilk noktası BEN: “sürgün yeşilinde büyür çocuk sesleri / büyür ilk BEN’in boyutsuz çekirdekleri”
Varlık, parçalanamaz bir bütündür. Toprak da, su da, hava da ‘ben’dir. Ben ondan kaynaklanır ve her biri ben’den: “Toprak bu ben … su bu ben … hava bu ben / Neresinden öpsem her yanı benden”
Var olan her şey, elbette reel evren de dönmekte. Mekan sahip olduğu denge ile sağ ve güvende. İnsan soyunun göbeğindeki, sevgilinin göbek çukurundaki sıcaklık canlılıktan haber verir. İşte bu canlılık zamanı yargılar durmadan usanmadan. Bütün bir evren rutini sevmektedir insan hariç: “Evren semah döner sonsuz dengesinde / Alıştığımız bir resim olur yer-su-hava / Tedirgin eder sabaha hazırlanan güneşi / Bir büyük mahşerde yaşadığımız kavga / Şimdi kaç yaşında ilk damla kaç gök uzak / Zamanın neresinde göbek çukurundaki sıcak / Görünmez bir yuvardan soluklanan kan”
Uzay, içerdiği bütün nesnelerle birlikte canlı bir organizma gibidir. Yalnızca koskocaman gezegenler dönmezler, hücreler de aynı döngü içindedir. Yinelene yinelene yönsüzleşen bir döngü: “Sularla süren uzun akrabalığımız / mavicil bir göğün yumurta ikizi , / Uzayın boyutsuz dölyollarında … / yönsüz döngülerini sürdüren hücreler”
İnsan her şeyden önce ve en başta insandır, kimileri insan olamadan ölseler de: “İnsan ilkin insandır”
İnsan yaşadığını ve öleceğini fark ettiği için kendi yaktığı ağıtları en çok o hak eder: “Bu ağıt insan içindir”
Damarlarımızda akan kanımız sıcacık olsa da her an ölmede, bir daha var olmadayız. Yaşayan her canlı aynı anda ölümle dirim arasında mekik dokur: “Ey gök dualardan ayrı / beni bir daha kanla / bir daha yaşamla / toprakla ağız ağıza da olsa / ölümle dirimin bitmez kavgası …”
Kendimizi bireysel ya da türsel açıdan evrenin merkezi sanıyoruz, oysa devasa bir düzenekte, bizim için sonsuz sayıdaki bir yıldız kadar sayılmaz adımız: “Boyuna büyütüyoruz dualandığımız göğü / Güneş küllerinde bir yıldız bile değil adımız”
Aynanın karşısına geçip kendine bakan insan, yaşadığı sürece yeni yaşamına hücrelenmektedir. Canlı bir organizmadaki hücre bölünüşleri evrenin sırrına da barındırmaktadır. “Şimdi nerdesin asıl yüzün hangi aynada / Görünür bir hücredeki yaşam / Hücreleniyor görünmez bir yaşama / Aslında ölüm sorgulanamaz”
İnsan inanmayı ve dua etmeyi de diler
İnanmak bizim için muhteşem bir teselli, dua yaratıcıyla yarattığı bilinç sahibi varlık arasında sağlam bir köprü. Bireysel bir olgudur inanç ve dua onun tatlı mı tatlı meyvesi. Bazen yenilir olan, bazen de yenilenir. Sabahattin Yalkın “çok dualı kent”in yetiştirdiği bir şair. Onun dizelerine bu duaların yansıması son derece doğal bir durumdur. Renk Şiirlerinde her üç göksel dinin izleri var.
Antakya öyle bir kent ki yaşlı sokaklarında gizil bir ses İbrani sözler mırıldanır: “Adımlarımı izliyorum kentin yaşlı sokaklarında / İbrani ağızlı bir zaman Yasef… Yasef… diyor”
Yine İbrahimi dinlerden en eskisi dua duadır. Haham dua ettikçe ışıltıları yedi mumlu şamdanlarla yayılır: “Haham duasında yedi mumlu şamdanlar”
Her biri aynı tanrıya inansa ve ibadet etse de çanlar ve birer mızrağa benzeyen ezan sesleri inandaşlarını savaşa davet eder. Oysa din sevgidir, nefret değil: “bir yanda çanak karınlı günahkar çanlar, / bir yanda ayça mızraklı asi ezanlar…”
En eski çağlardan beri insan varlık bilmecesini çözemedikçe bir yaratıcıya inanma gereği hissetti. Bazen çok tanrılı, bazen tek tanrılıydı dinleri. Fakat ne helvadan yaptıkları putlar ne savaşan ya da sevişen tanrı ve tanrıçalar evrenin en tuhaf canlısının içindeki soru işaretlerini cevaplamakta yeterli olamadılar. Tanrılar da hiçbir zaman insandan memnun kalmadılar, asi ve söz dinlemezdi çünkü insan: “ne tanrılar yetiyor insanlara, ne insanlar tanrılara / ey Antakya, ölüme uzun ağıtlar yakma.”
Öyle çok suç işledi ki insanlık, bir günah keçisine gereksinimi oldu ister istemez. Öyle bir varlıktır ki tek suçlu kabul edilen iblis gölgesiz bir karanlık halinde binlerce kez ölüp binlerce kez dirilir. Nedense fısıltısı da hep kötülüğe ilişkindir: “Gecenin ne başlangıcı belli, ne de sonu; / Gizi gölgesiz karanlık, iblisin sesi midir / Bin kez düşse de yere, bin kez dirilir.”
Çağlar boyunca güzel ve albenili binlerce kadın ya ortak bir suçtan ötürü recmedildi ya da cadılıkla suçlanıp yakıldı. Aradan ne kadar uzun zaman geçse de o güzel kadınların ağıtları dünya üzerinden kalmadı. Ve yine sayısız insan sırf başka bir dine bağlı olarak doğduğu için suçlandı. Din ile geçinenlerin en karanlık yüzlerinden birini işaret ediyor şair: “El sürmedim sakalaltı recm taşlarına / Ak karınlı kadınların yasları sürse de / Yahudi doğmanın suçunu aramadım Musa’da”
Her din inanılmasını salık verdiği tanrının herkesin hatta her şeyin tanrısı olduğunu iddia eder. Fakat tanrı adına ölmeyi ve öldürmeyi emredenler de yine bu dinlerin yasa koyucularıdır. İşte tam da burada çarmıha gerilen İsa’nın bir özgürlük savaşçısı olduğunu unutmamamızı istiyor Yalkın: “Sarısı beyazı karası … hani herkesindi Tanrı / Ey kan çarmıhta kuruyan Spartacus’u unutma”
Her yerde savaş, yıkım, sömürü, talan… hüküm sürmekte. Gökyüzünü -ozon tabakasını düşünün- bile delen insanlık öyle açgözlüdür ki dualar ve çan sesleri bu açgözlülüğü gideremez. Ancak para, ancak güç, ancak kan gerek ona: “Gök delindi çan sesleri yetmiyor insanlara / Dualar yetmiyor göz göre göre kararan zamana”
Dinlerin kin ve kan kokan yanı değil, tütsü kokan, dualı, kehribar tespihli yanı etkiler şairi: “Odalarda tütsü kokuları /Kehribar tespihler tümden dua”
Çarmıha çekilen İsa’nın yasını duyumsuyor şair. Gözyaşları ile ıslanan yüzlerde görür bu kadim ve onulmaz yası: “Islak yüzlerde mumsuz kalan Çarmıh yası”
Batı, uzun uzun çağlar boyunca Doğu’nun zenginliklerine gözünü dikti. Korkunç vahşetlere imza atan insanların içinde acaba tanrı için yola çıkan var mıydı? Antakya böylesi kıyımlardan birine yüzlerce yıl önce de, yirminci yüzyılda da tanıklık etti. Şair hüzünlü ezan seslerinden işitiyor atalarının yakılan evlerinin öyküsünü: “Kimin kalıtları, duvar deliklerinde küflü kağıtlar, / Üzünçlü öyküler gizlenmiş gözyaşlarına ; / Belki eski dedelerimden biri, iki ezan arasında / Haçlı Seferleri’nde yakılan evimizi anlatıyor”
Sevdaşk aşkın ve sevdanın ortak sözü
Sevmek, üzerinde sonsuz söz edilmesi gereken eylemimiz. Hem de oturmak gibi, kalkmak gibi, yürümek gibi, koşmak gibi istemli değil. İstemsiz bir eylem. Yani haydi seveyim deyip de sevmeyiz. Aşk u sevda bu eylemin üst noktaları, ada dönüşmüş halleri… İstem dışı aşka, sevdaya düşer şair, şairliğinin, insanlığının gereği.
Adem ve Havva bağışlanmayan suçları, yasak elma aşk olsa gerek. Varlığı ve yokluğu belirsiz, evren kadar bilmece aşk. Sevgilinin güzelliği ve beyazlığı ile büyüyen, büyülenen aşk: “Var mı yok mu ne ki aşkın asıl adı / Şimdi nasıl da özledim sularını / Bir gecenin en yüzsüz bedeninde / Büyük çıplaklıklar arasında iç içe / Beyazın çekişmesi büyür gizli gizli / Adem ile Havva’ nın bağışlanmayan suçu / Aklanır daha ilk andaki sıcaklık gibi”
Bazen birbirimizi aşksız bırakırız, nedeni belirsiz yabanıl ve suskun bir içgüdü ile: “Uzun suskunluğunda kurumuş aşksızlıktan.”
Sevgilisine sesleniyor şair, ağıta benzeyen türküler eşliğinde dinlenmeyi öneriyor: “Ağıt bozuğu türküler içinde / Yorgunsun başını omzuma daya / Aramızda kalsın bu kırpık sevda”
Aşk aşkın bir beğenidir aslında: “Beyaz ilk kez kıskanır beyazlığını soyundukça / Kucak kucağa alyuvar akyuvar aşkyuvar”
Dünyada milyarlarca yüz var, fakat âşığın bahtına bir güzel düşer: “Bu yüz nasıl düştü yüzüme / böyle milyonlarca yüz içinden, / parçalanmış bir turuncunun yeniden /bütünleşmesi / göz göze gelince / sevda bu mu ne.”
Yine harika bir sözcük bileşimi, sevdaşk, şairin adını parçalama gücüne bile sahiptir: “Adımı parçalayan sevdaşk”
Aşk yasaklara aldırmamaktır: “Seni orada bekliyorum yasaklara aldırma”
Küllenmiş bir sevda yitiktir de aslında: “Arsız akışlı suların suskun taşları / Yitik bir sevdanın suçunu saklıyor”
Kalbi de kendi de deniz olan şairin gözü sevdalarca karadır: “Bundandır gözü-karalığım sevdalarda / denizimdir”
Herkes künyesini okur, şairinki sevdadır: “Antakyalı Sabahattin’in künyesi: bir de sevda”
Yüz zamanla eskir, beden de… Oysa kalp sevdalardan da sevdiği kentlerden de asla usanmaz: “Hep üzgü veriyor bana son resimlerdeki yüzüm / Oysa ne kentlerden usandım, ne de sevdalardan”
Şair bilir ki aşkın rengi ateşinden ötürü kırmızıdır, bu yüzden: “kırmızıyı sevdaya ayırır”
Maviyi de İstanbul’a ayırmamış mıydı?
Sonsuz bir anın parçalanamazlığıdır zaman
Dünyadaki zamana göre doğar, büyür, yaşlanır ve ölürüz. Oysa hakikatte zaman sınırsız ve parçalanamazdır. Tinlerimiz işte bu zamanın saatine uyar. Şairler ve dizeleri de öyle.
Renk Şiirlerinde zaman evrensel bilgelikle, tarihle, mevsimlerle, günün saatleriyle iç içedir. Bu zaman anlayışının içinde çocukluk da, ilk gençlik de olgunluk ve yaşlılık da yerli yerini alır. “Eteklerini çemremiş suya giren akşam”lar kadar aceleci…
Göğe bakar şair, gökyüzünün ardındaki zamansızlığa dikkat kesilir, gökler aksi halde bunca kıyımı görmeye tahammül edemeyeceklerdir: “Gökyüzü kördür zamansızdır arkası”
İşte zamanın tarih kokan yüzü, Hattuşa’dan kalan: “En eski anasına döner Hattuşa / Zamanın bitmez tükenmez çıplaklığında”
Sabahın derin uykusundan ayıldığı, güneşin korkusuzca soyunduğu güney zamanlarına gitmek ister şair, ölüler için gözyaşı dökmekten sıyrılıverircesine: “Beni güneye götürün, güneşin soyunduğu / Ölülere gözyaşı dökülmeyen sabahlara”
Günün en güzel vakti olmalı ikindi güneşinin kırılan ışıklarına bakmak. Di’li geçmiş zamanlardan bir sahilde dalgalar birdenbire büyür, Akdeniz sırılsıklam: “İkindi güneşi kırılınca / Büyümeye başlar El – Mina’ nın dalgaları”
İkindi sevilir de akşam sevilmez mi, kapılar kapanır, antik çağların üstüne ve başlar evlerin yapayalnızlığı: “Akşamın sesiyle kapanır dört yönde dört demir kapı / Göz göz birer pusu Silpiyüs surlarının mazgalları”
Dünya adlı gezegende günübirlik yaşanır her şey, gece ise son durağı zamanın, hep orada kalınan: “Gecenin en hayasız dudaklarında durur zaman”
Ömürleri tamamlanmış uygarlıklar, zaman içre asılı kalır; dua, ağıt ve sarhoş çığlıkları bir anın ötekine benzemeyen halleri gibidir: “Dualara sığmayan curcunalı bir zaman içre / Ağıtlar karışmıştır sarhoş Baküs’ün sarhoş şarkılarına / Anıları Roma hamamlarının suskun göbek-taşlarında.”
Troya göçtü gitti, Agamemnon savaşlardan yorgun, düşleri kanlı, karanlık kokan bir gece daha zamanın bitimsiz akışına atılır: “İlk kez karanlığı yaşayan bir geceyi alıyorum / Temmuz artığı çıplaklığına dokunmadan / Kendi kendine akan zamana atıyorum kabuklarını / Agamemnon’un kanlı düşleri kırmızı kokuyor”
Zaman içe kapanıktır aslında, salyangoz kabuğuna sığınır çoğu kez: “Bir salyangoz kabuğuna sığınan zaman”
Dünyada zaman ölümün, evrilmenin, değişimin habercisi: “Zamanla köreliyor selamlaştığımız gözler / fosilleşmiş bir zamana dönüyor yaşam”
Kırkikindiler çoktan çekip gittiler, akşamın ansızın daralan çocukluk koşuşturmacaları da. Elimizde kalan esrik şimdiki zamandır: “Çocukluğumun yağmurlu dar akşamları / Heybelerinde kim bilir, neler taşır şimdi”
Yitik sevgililer koruluğudur dünler, ilk gençliğin anılarında bulutsu: “Zaman rengini ne kadar yitirse de gölgelerimizde; / İlk gençliğimin Reyhan’ı kim bilir hangi bulutlarda”
Şairin belleği buhurdan bir sandık
Anımsamalarla dolu Sabahattin Yalkın’ın dizeleri. İnsanlık tarihinin derinliklerinden, antik çağlardan, yakın ve uzak geçmiş zamandan gelen birer ulak. Ağlamakla gülmek arasında mekik dokur belleğin bağışladığı her şey. Suya yazılan yazılar, eriyip gitmekte olan buzdağları, yarısı kadın yarısı balık sevgililer, üzerleri binlerce yılın tozuyla örtülmüş eski zaman kalıntıları ve mitolojinin kupkuru / sıcacık elleri…
Ne Hora’nın güzelliği ne Homeros’un âşkı; ne Hektor ne de Aşil kalır sahile vuran anımsayışlar olmasa: “Sakız dudaklı delişken kız Hora / Kaçamak öpüntülerini adar Homeros’a / Troya Savaş’ından yıllar sonra / Düşmüş yere defne çelengi / Tanrı dölü Aşil ağlar Hektor’a”
Troya prensi Paris dünyanın en güzel kadını Helen’in aşkını diledi tanrıçalardan, oysa bu aşk halkını ateşe atacak bir kaçamaktan ibaretti. Her öpücükte yenilenen: “Paris daha önce hiç öpmediği bir dudakla / Dudaklarını yeniliyor yeni kaçamaklara”
İnsan soyunun anne ve babası, Adem ile Havva. Cennetten kovulan iki sevgili, bu ilk sürgünün nedeni ne açlık ne de aşk. Varlığın ve durağanlığın dayanılmazlığı; Adem’in sonsuzluğu kaplayan kuruntusu… Kaç şaire esin verdi kim bilir: “Topraktır her ağacın kökü / Elmanın da / Adem’in cennetten kovulması / Ne elma / Ne de Havva”
Hakikatin peşinde bir er Hallacı Mansur. Onun için ölüm dirilişti; kök olmak, tohum olmaktı, “Enel Hak”ka yürümekti. Başka seçeneği de yoktu üstelik: “Kök ol tohum ol önüne geç ölümün az da olsa / Yürü bre Hallacı Mansur … yürü “Enel – Hak” a”
Sait Faik’ten bize kalan; bir tutam bulut, bir avuç sevda, martı kanadı ve dalga. Gün geçtikçe yaşlandılar denize değil, güneşe bata çıka: “Sait Faik’ten kalma ne varsa / Bulut – martı – sevda – dalga / Yaşlanır güneşe bata çıka…”
Yeni yetme şairler okuya yaza Dağlarca’nın şiirlerini didik didik ediyorlar, aradıkları ne acaba: “Şimdi Dağlarca’nın şiirlerini / Didik didik etmiş çömezleri”
Açgözlü bir hırs yakalarından tutup Doğu’ya çekiştirdi Haçlı askerlerini, savaşa ve zenginliğe duydukları doyurulamaz açlıkla: “Haçlı savaşkanlar yok ortalarda / Binlerce yıllık tövbeli kılıçlar kınında”
Enola Gay katil bilinir, oysa bulutların üzerinden inen yağmursuz ölüm küresel sömürünün elinden geliyor. Ve Hiroşima insan külleriyle savrulan bir ağıt: “AmeriKANYA … seni sevmek mi … haşa … / Ah bre Enola Gay… senin adın ölüm olmalı / Yağmur bulutlarından gelen yağmursuz ölüm / Hiroşima’da onbinlerce insanın külleri havada”
Hitit uygarlığı geldi geçti göksel yangınların alazında: “İkiye ayrılmış bir Hititli beden / Göksel yakarılardan kurtarınca yüreğini”
Türküler on yılların değil, bin yılların aynası, Kadeş Savaş’ına giden erlerin ardından yankılanan: “Boyuna türkülüyordun Kadeş Savaşı’na giden erini
Topuğundan vurulan Aşil; aç, susuz ve yorgun savaşçıların prensi: “Açtı yorgundu susuzdu Aşil’in savaşkanları”
Apollon’un suskunluğu tanrısallığına ilişkin: “Tanrılığını susuyor Apollon, Daphne adına / ölümü unutturacak bir kök arıyor tohum”
Dede Korkut’un dili arı duru Türkçe, kendi küllerinden doğaduran bir Zümrüdüanka’nın öyküsünü anlatıyor kuşaktan kuşağa: “Dede Korkut dilli, gök-akı bir Zümrüdüanka”
Kadın topraktır, her kadın ana!
Her kadın anadır, her kadın aşk. Çocuk doğursun ya da doğurmasın toprak kadar bereketlidir. Sevip sevilince çiçekleri açar, bahar olur.
Sabahattin Yalkın’ın şiirlerinde kadın sevgilidir, anadır, evrensel bir döngüde tam da merkezden genişleyen halkalar halinde durmadan çoğalan, çoğaldıkça doyurandır. Çeşit çeşit ağaçtır, topraktır, gökyüzüdür, anaç kalçaları ile bereket saçar, bazen uzun uzun susar, bazen durmaksızın konuşur. Yağmur yüklenir, bulut olur, gökyüzü olur.
Renk Şiirleri “bir kadının soyunması”na övgüler sıralar. Her soyunuşunda yedi rengi ile kente karışır, toprağa karışır, savaşa, nevruza, denize, göğe, zamana karışır. Sonsuz akışta hayata karışır, erkeği, insanı çoğaltır. “Havva’nın kadınlığı ya kadının havvalığı” şairin anımsayışlarında daima taptaze durur.
Şair kadını; bereketi, barışçıllığı ve sevecenliği ile zeytine benzetir. Hele ki sevilenince: “Zeytin tanelenince ağaçtır kadın sevilenince”
Yine ağaç kadın, defne yağının varsıl çağrısında. Bir sevgilinin anımsanışı ile hepsi tek kadına dönüşür: “Defne yağı sonsuz bir çağrı bedenimizde / Kadınlarımızla damla damla ille de / yüreğime düşen kadınlar nasıl da benziyor ona.”
Varlığı kimiler şaşarak izler. Göğün döngüsüne ilgi ile bakar. Tanrıça güzelliğindeki, sarmalayışındaki kadın olanca anaçlığı ile sevgiler umar. En eski inançlara gitmiştir artık Yalkın’ın bilinci: “Gök döngüsünde yıldızların derdi ne / Eski bir tanrıçanın anaç kalçaları, / Doğumlara taşıyor doğumcul karınları;/ Nadasa ayrılmış bir çift göz karası / Uzun suskunluğunda kurumuş aşksızlıktan.”
Çağıltılı, soğuk sularda anadan kalma güzellikleri ile antik çağların varsıl kadınlarının ayak izleri hâlâ durmaktadır. Ve şairlere esin vermeye devam etmekte: “İpek harmaniyeli mirasyedi Daphne kadınları /Kınalı ayaklarını yıkarlar çağıltılı soğuk sularda”
Aynı güzel ve alımlı kadınları ayak izleri kumsalda da silinmemiştir: “Kumsalda beyaz karınlı kadınların ayak izleri”
Düş kadınlarının yedi rengi: Anadolu, Kadeş, iyonya, İskender, Side kadınları, esirci kadınlar, Ceneviz kadınları. Zamanın mitolojik akışında kendilerini sevenlere aşk ve doğurganlık sunarlar: “Biri seni kendine göklüyordu. / Yavuklusuna uzanıyordu su çıplaklığında”
Ana kadın bir kez doğurdu mu aklı ve bedeni kendinden kopan o parçada kalır, gökler sonsuza katlansa da: Bir kadının en gizli bedeni / İlk çığlığında yitirdiği parçasında kalmıştır”
Renkler bitimsiz bilgelelikleri ile söylerler; aşk bir geçittir, soluk soluğa, ölümle dirim arasında: “Adam bir kadının içinden geçiyordu / kadın bir adamın içinden / soluklarda kim ölü kim diri … / Lâcivert bilir bunu.”
Toprak anadır, kadın da. Başakların tanelenmesinde gizlidir, bütün bir evrenin doğurganlığı: “Bir adam ana diyor toprağa / bir kadın ana / Çoğalmak istedikçe öpüm yerleri daha bir ana / Başakların tanelenmesi birer resim gözümde”
Ve şair, saçları bulut hafifliğindeki kadından yağan yağmurlarda ıslanır, bağ bozumları ile şenlenir: “Saçları bulut hafifliğinde yağmurlu kadınlar / Gök dilince lacivert toprak dilince akasya / Şaraplı kucaklaşmalarda birer bağ bozumu…”
İnsan mekanla dillenir, mekanda dinlenir
Şiire esin kaynağı en çok mekandan gelir. İnsan bir genişler, bir de daralır reel evrenin uzam boyutunda.
Renk Şiirleri; yaşanan, görülen, dokunulan ya da düşlenen yerlerin şiirleri aynı zamanda. Özellikle Antakya ve İstanbul, Budapeşte, Amerika, Ege adaları, Ankara, A/ş/kdeniz, antik çağların gizil coğrafyaları… dizelerin soyutluğuna kap olur.
Sabahattin Yalkın’ın gözlerinin önünde tıpkı zaman gibi mekan da akıp gider.
Asi Nehri şairde bir tutku. Fakat nedense dünya kirlendi, sevdalar, insanlar ve ırmaklar da: “Gitgide kirleniyor Asi Irmağı’na düşen beyaz / Güneşi azaldıkça aklanı daralıyor sevdaların”
Habib Neccar dağı Yalkın’ın şiir dünyasında Kaf dağından hem yüce hem de sevilesi: “Süklüm büklüm bir dağ Habib- Neccar / Akar düşlerinde Defne’nin sevecen suları …
Ankara, şair için önemli kentlerden birisi, eski ve tanıdık yüzü ile… Masalsı, üstelik inanılamayacak kadar gizemli: “Hamamönü’ lü eski bir Ankara / camları göz / Her camda çanakyapraklı birer aç göz / Yerde yer-boncuğu gökte gök-boncuğu / tufan / Dört nala zembilsiz şehla bir küheylan”
Sadece insanlar değil, kentler de yosmadır kimi zaman; güzeller güzeli ve işveli. İşte başındaki incili tacı ile Budapeşte: “Duvağı çözülmüş gelin tuzağı / ah Tuna / Başında incili tacı Budapeşte … eski bir yosma”
Bütün albenisi ile binlerce yıldır seven ve sevilen İstanbul, özellikle gençliğin geçtiği Tarlabaşı: “Yüzümde nikâhı yarım-yamalak bir Tarlabaşı / Geceye karışmış akreple yelkovanın sancısı / Nice kaçamaklar içinde en başta senin adın / Hangi tramvaylar maytaplı hangileri yalpalı / Ah o Boğaz’ın savruk dumanlı vapurları”
Kentler yaşlanır, içinde yaşayanlar onlardan daha evvel ve daha fazla yaşlanırlar. Diri kalan yalnız anımsayışlardır. Çocukluğun ve ilk gençliğin kenti Antakya Kafdağı’nın da ötesi: “Kentler nasıl da köreliyor yaşlandıkça / Daralıyor yıllar yılı ölçülendiğimiz çarşı-pazar / Bildik kapıları kim açar kim kapar şimdi / Unutulmuş çocuk seslerinde pulsuz adlar / Kamış atlarında… / dumanlı bir Kafdağı”
Kadıköy söze de dile de gelemeyecek güzelliği ile çağırır şairi, hangi şair böylesi bir çağrıya “hayır” diyebilir: Ne vakit Kadıköy’e insem / İster yağışlı ister cıngıllı / Zonklayan bir şiir yüreğimde / Ne söze gelir ne de dile…”
İnsanlığın gömüldüğü, haraç mezat satıldığı ülke; Amerika. Onu sevmek mi, asla: “AmeriKANYA … seni sevmek mi … haşa … / Güneşini çaldın ak soluklu Afrikalıların / Dilini çaldın tamtamını çaldın ezgisini çaldın / Birer ağıt Mississippi kıyılarında blueslar”
Akdeniz, Renk Şiirlerinde Aşkdeniz’e dönüşüyor yine. Ve “o kırlangıç kanatlı, yosma dudaklı Antakya” eski halini anlatmak masal diyarlarında söz etmek gibi bir şey: Çok gerilerde kaldı bulutsuz Akdeniz gökleri / Mavisini yırtıp yırtıp şiirlediğimiz günler / Her soluğumuzun ayrı bir resim / Her gülüşümüzün ayrı bir düğün olduğunu / O ışık körlüğünde fark edemedik bile / Ah o kırlangıç kanatlı yosma dudaklı Antakya / Anlatsak masal gelir çocuklara…”
Antakya’da güneş, zamanın ölmezlik aynası, ona baktığınızda İskenderiye’nin deniz fenerleri yanar söner aniden: Biri seni kendine göklüyordu / Yavuklusuna uzanıyordu su çıplaklığında / Gordion’da kördüğümü bile bile kılıçlaması / İskenderiye’de deniz feneri-Antakya’da güneş aynası”
Toprağın ve başağın dilini konuşan, ortak belleği “üzgülü” anılarla dolu bir kent- Antakya: “Az biraz toprakça az biraz başakça / Anıları üzgülü maviş bir gök altında / Bereketi içinde sonsuz güneşli Antakya…”
Gençlik bitip tükenmeyen yaz mevsimi, başımızı kaldırıp ne zaman baksak göz kırpar kuşların kanatlarından. Yine Tarlabaşı, Yalkın’ın gençliğinin İstanbul’u: “Şimdi nerde sulara bıraktığımız kırmızı / Bıyıkaltı zulada yıldızsız bir Tarlabaşı”
Cunda, Ege’nin kumral adası, şarkıları yaşını unutturur, söyleyene ve anımsayana: “Yaşını sormadan Cundalı bir şarkıyı alıyorum / Notalarını değiştiriyorum yerli yersiz”
Söz de biter
Renklerin zamanla, uzamla, mitolojiyle, aşkla, kadınla, evrensel duyarlılıkla, ortak ya da bireysel belleklerimizle dansı: Renk Şiirleri
Birbirinden gitgide uzaklaşan gökcisimleri gibi insanlar; içten içe yanıyor, dalgalanıyor, umursamaz oluyorlar. Yanı başındakilerden vazgeçiyor, kendilerine bile yabancılaşıyor, varlığın bahşettiği özü yitiriyorlar. Keşke su olsalar, ya da toprak, ateş, hava… Hiçbiri değiller artık, hiçbir şey olmamaya doğru kararlı adımlarla ilerliyorlar.
Bencilliğin ve hodbinliğin çağı!
Renk Şiirleri, bu tuhaf gidişte bize renklere tutunmamızı salık veriyor.
Anlamak, anlamlandırmak, bizleşebilmek dileğiyle…