DURAN YAŞAR’IN KALEMİNDEN: ALİ YÜCE
Hataylı çok değerli bir yazar Duran Yaşar’dan, Hatay’ın yetiştirdiği en önemli değerlerden biri olan şair Ali Yüce’ye ilişkin bir yazı.
Yazıyı olduğu gibi yayımlıyorum:
HALKOĞLU ALİ YÜCE
Yazı başlığını Ali Yüce ile yapılan bir söyleşiden aldım. Bu söyleşide, kendini “halkoğlu”, şiiri ise “söz çiçeği” olarak tanımlıyor.
Ali Yüce, toplumcu gerçekçi bir şairdir. Şiirlerinde, yaşadığı çevreyi, içinden geldiği toplumun dertlerini, acılarını, umut ve özlemlerini, itilip kakılmışlıklarını sorumlu bir aydın duyarlılığıyla dile getirir.
Kendi özyaşamını konu edindiği “Şeytanistan” ile 12 Eylül’ü üstü kapalı anlatan “Siskent” adlı romanlarıyla birlikte yayımlanmış 22 kitabı vardır. “Saksı Çiçekleri” en son yayımlanan kitabıdır.
Ali Yüce adını ilk kez duyanların, duyup da fazla bilgisi olmayanların merakını gidermek için, Ali Yüceyi Ali Yüce’den dinleyelim:
“Doğum yerim Yayladağı’nın Hisarcık köyü. Doğum tarihim ise birkaç tane. İlk önce 1924’te doğmuşum. Nüfusa yazdırmamışlar beni. Hatay Fransızlardan kurtulduktan sonra, köyler taranarak yeni bir nüfus sayımı oldu. O nüfus sayımında yüzüme bakarak 1926 doğumlu yazmış beni yazıcı. Okula kaydolurken de bu doğum tarihimi öğretmen beğenmedi. Okula kaydolabilmem için yaşımı küçülttüm, doğum tarihim 1928 oldu böylece. Bir doğum tarihim daha var, o da 1946; Düziçi Köy Enstitüsü’ne gittiğim tarih. Böylece dört tane doğum tarihim oldu. Daha bitmedi. Her kitabım yayımlandığında da doğarım ben!…
Ölüm tarihlerime gelince. Öyle çok ki, sayısını ben de bilemiyorum. (….) Güzeli görür ölürüz, çirkini görür, ölürüz. Şu koca dünyada bizi birkaç kez öldüren öyle görünümler, olaylar var ki… Bütün acıları kendi acısı, bütün yaraları kendi yarası bilen insanlar, yaşamları boyunca sayısız ölümlerle ölürler. O herkesin bildiği ölüm geldiğinde Azrail’e yapacak bir şey kalmaz pek. Şöyle formalite gereği uğramıştır işte. Evet ömür boyu sayısız ölümlerle ölürüz; ama bunların tarihlerini sormayın bize lütfen; çünkü bilemeyiz.
Anadolu’da çocuklar, yürümeye başlayınca iş yaşamına katılırlar. Ben de öyle yapmışım. Oğlak çobanlığından davar, sığır çobanlığına; gündelikçilikten aylıkçılığa, azaplıktan marabacılığa terfi etmişim… Ayaklarıma dikenler batmış, ağlamışım. Sırtımda, karnımın üstünde taş çekmişim. Kök sökmüşüm kör kazmayla. Keçileri kurt boğmuş , azar yemişim, dayak yemişim. Okul diye, öğretmen diye ağlamışım.
Öğrenimim hoca yanında, eski bir hasır parçasının üzerinde başladı. Öte dünyayı adım adım, karış karış dolaştım. Yoksulluğumu, yorgunluğumu Tuba ağacının gölgesinde, Huri kızlarının dizlerinde unuttum. Sağ olasınız Huri kızları. Hatay Fransızlardan kurtarıldığı zaman Atatürk’ü öğrendim. Türk olduğumu öğrendim. Çerçi kâğıdından şapka yapıp giydiğim için, hocamdan doyasıya falaka yedim. Hocanın vurduğu yerde gül biter diye belletmişlerdi bana. Ayaklarımın altında güller bitsin diye çok bekledim, bitmedi. Canım sıkıldı, kafam karıştı. Sonra öte dünyadan kaçıp köyümde açılan “Gece Mektebi”nde, sonra da Kışlak İlkokulu’nda bu dünyaya ayak bastım.
Daha bir yıl okumadan öğretmenim askere gitti. Gene kaldım karanlıklarda. Öğretmenim Niyazi Tuncer askerden döndüğünde tam 18 yaşında ve ilkokul ikinci sınıftaydım. Öğretmenimin yardımıyla ilkokulu canımı çiğneyerek dışardan bitirdim.
Düziçi Köy Enstitüsü’ne girmeye karar verdiğim zaman, anam babam ve kardeşim, haklı olarak amansız bir savaş açtılar bana karşı. Yalnız onlar mı, bütün köy karşı çıktı. “Amanın dünyanın çivisi kopucu! Nuru’nun oğlu Molla Ali gâvır yazılmış!” diyerek hayıflanan hayıflanana. Anam babam, kardeşlerim yolumu kestiler. Ben çekerim, onlar çeker. Yolduk yolduk yığdık birbirimizi. “Biz seni gâvır mektebine yazılsın diye mi besleyip böyüttük?” diyordu.
Düziçi Köy Enstitüsü’ne kendimi attığım zaman, öte dünyadan gelmiş gibiydim. Kavgadan çıkmıştım sanki. Üstümü başımı çalılar, dikenler yemiş, ellerim, ayaklarım, yüzüm gözüm it çiğnemiş gibi. Saçım sakalım birbirine karışmış, büyük görünmeyeyim diye yolda bir jiletle tıraş olurken yüzümü kesikler içinde bırakmıştım. Görenler beni çocuk yazdırmaya gelmiş bir baba sanıyorlar. Sordukları zaman ağırıma gidiyor, üzülüyorum.
1951’de Enstitü’yü bitirdikten sonra on yıl, Hatay’ın köylerinde, ilçe ve il merkezinde ilkokul öğretmenliği yaptım. Bir yandan da boş zamanlarımda kendi kendime İngilizce öğrendim. 1961’de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümü sınavlarını dışardan vererek İngilizce öğretmeni oldum.
“Şeytanistan” romanımı önce kurşunkalemle karalamasını yaptım, sonra da dolmakalemle temize çektim. 1977’de Antakya Ticaret Lisesi’nde İngilizce öğretmeni iken emekliye ayrıldım. Harcadığım bunca emekle kim bilir kaç bilimsel araştırma ve inceleme yapılır, kaç kitap yazılırdı? diye düşünürüm hep. Hemingway’in “İhtiyar Balıkçı”sı gelir gözümün önüne. Yaşlı balıkçı uzun ve amansız boğuşmadan sonra köpek balığını yakalayıp kıyıya çıkarmayı başarır; ama elinde sadece balığın iskeleti kalmıştır. Benim elimde iskelet bile yoktu…
Bizim oralarda kadınlar
Tavuktan daha çok doğurur
Civcivden daha az yaşar çocukları
Yaşarken alıç kenger
Ölürken biraz ağıt
Biraz gözyaşı azıkları
Ben de o çocuklar gibi
Ekin tarlasında doğdum
Kalemim kazma idi
Defterim kitabım toprak
Köy Enstitüsü’nde okudum
Düşünmeye başlayınca
Tanrı kaşlarını çattı
Beynimi ısırdı sömürgen
Yadeller sardı yaramı
Sıla oldu bana gurbet
Karanfil kırmızı açar
Papatya ak menekşe mor
Beni gökte değil yerde ara
Yunus’tan Ruhi Su’dan
Ekilmiş topraktan
Sararmış başaktan sor
Ali Yüce
BİR KİŞİLİK SOKAK
Antakya sokakları dar
Antakya sokakları bir kişilik
Sen giderken ben gelemem
Bir gönlümü bahar almış
Bir gönlümü yaz
Antakya sokakları bir kişilik
Öte git biraz
Akşam
Gözlerimin içine soluyor akşam
Vakitlerin dört ayağı bir pabuçta
Dört saçağın suyu bir olukta akıyor
Gölgeler bir ölüp bir diriliyor
Ayaklarımın ucunda
Gece
Gözlerimin içine doluyor gece
Bütün süngüler kırık şimdi
Bütün sayıların toplamı sıfır
Ne basıncı var havanın
Ne yerin çekimi
Bir gönlümü bahar almış
Bir gönlümü yaz
Böyle zamanlarda çıkma karşıma
İki sarhoş bir sokağa sığmaz
Ali Yüce