Türkiye’de Yayınlanan ön Dönem Anarşist Dergiler – Can Başkent
Bu makalede, ön dönem olarak adlandırdığım 1986 – 1999 yılları arasında Türkiye’de yayınlanan anarşist dergilere yönelik bütüncül bir çözümleme sunacağım.
Ön dönem olarak adlandırdığım periyot, 1986’da Türkiye’de yayınlanan ilk anarşist dergi Kara’nın ilk sayısından, Ateş Hırsızı dergisinin son sayısının yayınlandığı 1999 yılına kadarki süreci kapsıyor. Bu süreçte yayınlanan dergilerden Kara, Efendisiz, Amargi, Ateş Hırsızı ve Apolitika’yı bu makalede ele alacağım. Bu dergilerin ‘dergi’ olarak adlandırmamın en önemli nedeni, yasal, hukuki ve izinli zeminde hareket etmeleri, fanzinlerden büyük oranda farklılık göstermeleri ve imkanlar el verdiğince yerel ve kısmen de ulusal dağıtıma girmiş olmalarıdır.
Makalenin ele aldığı sürecin 1999 yılında nihayetlenmesinin birkaç nedeni var. Türkiye’de İnternet’in yavaş da olsa yaygınlaşmaya başlaması ve 90‘ların sonlarında iyice artan fanzinlerin yavaş yavaş başka dergilerin oluşumunu yol açması, 12 Eylül’in hemen sonrasındaki ön döneme nazaran istibdatın zayıflaması ve buna bağlı olarak anarşizmin duyulur ve ciddiye alınır olması, sonuç olarak da Türkiye’nin birçok büyük kentindeki gösteri ve yürüyüşlerde anarşist grupların görünür olması bu ön dönemin sonuçlanmasını tanımlayan niteliklerdir. Ön dönem sonrasında, 2000’li yıllarda, gerek İnternet’in kullanımının artması, bu minvalde, 90‘lara dek pek de detaylı bilinmeyen anarşizmin artık, en azından kuramsal olarak, daha da bilinir ve tartışılır olması, buna koşut olarak özellikle sol cenahta yer alan siyasi yayınların da anarşizmi ele alır olması, tüm bu gelişmelere bağlı olarak birçok başka anarşist ya da anarşizan derginin neredeyse paralel olarak çıkması bu makalede kendimizi 2000 yılına kadar sınırlandırmamızın başlıca nedenleridir.
Değineceğimiz dergilerden Kara, Ekim 1986’dan Kasım 1987’ye dek 12 sayı, Efendisiz Kasım 1988’den Ekim 1989’a dek 6 sayı, Amargi Aralık 1991‘den Ağustos 1994’e dek 13 sayı, Ateş Hırsızı Aralık 1992‘den Mayıs 1999’a dek 10 sayı ve son olarak Apolitika ise Mayıs 1994‘ten Aralık 1997’ye dek 7 sayı yayınlanmıştır. Bu makalede sunacağımız incelemede, dergilerin periyotlarına, yayınlanma sürelerine de eğilecek ve yeri geldiğinde kimi istatistiki bilgiler de sunacağız. Bu çalışmada öncelikle, tanımladığımız ön dönemin temel karakteristiklerini tartışacak, sonrasında da bu beş derginin teker teker niteliklerini (ve nisbeten de niceliklerini) inceleyeceğiz. Sonrasında da, bu beş dergiye dair bütüncül bir yorum ve analiz sunacağız.
Bu makalenin en büyük eksiğini hemen belirtmeliyiz. Bu çalışmada anarşist fanzinlere değinmeyeceğiz. Bilhassa ön dönemin, bir süreç olarak tanımlanmasında kuşkusuz fanzinlerin rolü bulunmaktadır. Türkiye’nin çeşitli illerinde, özellikle Konya ve Mersin gibi şaşırtıcı şehirler dahil olmak üzere, yayınlanan ve dağıtılan fanzinler, bir bütün olarak ele alındığında apayrı bir çalışmayı hak ediyor. Dolayısıyla, gerek konunun hakkını verebilmek, gerekse bu çalışmadaki odağımızı yitirmemek adına, fanzinleri bu çalışmama kapsamına dahil etmeme gerekliliğini hissettik.
Yukarıda değindiğimiz gibi, ön dönemin sonları, Türkiye’ye İnternet’in girdiği yılları kapsıyor. Bu minvalde, ön dönemde yayınlanmaya başlayan ve bir dergiye ve hatta kitaba dönüşme potansiyeli misli misli olabilen kimi İnternet sitelerini de (örneğin Anarşist Bakış ve savaskarsitlari.org) bu çalışmaya dahil etmedik. Benzer şekilde, 80‘lerin sonlarında kısa bir dönem yayınlanan, etkisi ve kapsamı diğer dergilere göre oldukça sınırlı olan ‘Kara Sanat’ dergisi de bu çalışmanın kapsamında değil.
Son olarak, ön dönemin sonlarına doğru yayına başlayan, ilk sayısını 1999 yılında yayınlayan Efendisizler dergisini de bu çalışmamıza dahil etmedik. Bunun birkaç nedeni var. En önemlisi derginin yayınının hemen hemen tamamının tarihsel olarak, tanımladığımız ön dönemin sonrasında gerçekleştirmiş olmasıdır. Ayrıca, ileride daha da net bir şekilde tartışacağız, bu beş dergi bir şekilde bir gelenek oluşturabilmiş, zigzaglı da olsa bir süreklilik taşıyabilmiştir. Oysa ki Efendisizler dergisi, neredeyse tamamen farklı bir grup tarafından, bütünüyle apayrı bir geleneği temsilen yayınlanmaya başlamıştır. Efendisizler dergisi, sonrasında dönüştüğü Kara Toprak dergisi ve bağlı olduğu Anarşist Gençlik Federasyonu (AGF), bu nedenle bu yazının kapsamında değil. Ancak, kuşkusuz, ön dönemi nihayetlendiren bu derginin, ön dönem dergileriyle mukayesesi oldukça manalı olacaktır. Benzer şekilde, Efendisizler dergisi, Türkiye’deki anarşizmin yeni bir döneminin başlangıcını temsil etmektedir. Gerek örgütsel, gerekse siyasi olarak yukarıda değindiğim ve ön dönem dergilerinin analizinde sunacağım analizde de kendini açık edecek olan gelenekten kopuşun bir başlangıcı olarak görmek mümkündür bu dergiyi. İşin ilginci, Efendisizler dergisi ve AGF, ön dönem dergilerin kimi önemli isimlerinin de içinde barındırmaktaydı. Bu anlamda, çetrefilli ve zigzaglı bir süreklilik teşkil eder Türkiye anarşizm tarihinde.
Bu yazıda beş derginin başat kaynakçası olarak Propaganda Yayınları’ndan çıkan seçkileri kullanacağız [1, 2, 3, 4, 5]. Bunun en büyük nedeni, bu beş derginin kişisel koleksiyonlar ve arşivler dışında, kütüphanelerde dahi bulunamamasıdır. Dolayısıyla, atıflarımızı Propaganda Yayınları edisyonlarına yapacağız. Bu, gerek çalışmamızın akademik tutarlığı için (böylece atıflarımız kontrol edilebilir), gerekse akademik olmayan okurun kaynaklara kolayca erişimini sağlamak için gereklidir.
Ön Dönemin Karakteristikleri
İlk bakışta, 1986’da bir anarşist derginin yayınlanması şaşırtıcı gelecektir. Askeri bir darbenin izleri hala sürüyor, sosyalist sol ciddi bunalımlar içinde, siyasi iklim bir harabe halindeyken kendine açıkça anarşist diyemese de anarşist/anarşizan bir derginin çıkması şaşırtıcıdır. Bu şaşkınlığın en büyük nedeni, aslında anarşist bir dergi yayınlamanın gerektirdiği politik ve bürokratik cesaret değil, anarşist eserlerin ve kaynakların yok denecek kadar az olmasıdır. Bu minvalde, anarşizmi öğrenmek, ön dönemin en önemli karakteristiğidir. Anarşizmi öğrenmek, bu manada, hem dergiler için hem de okurlar için neredeyse koşut bir şekilde gerçekleşmiştir. Derginin yazarları, okuduklarını dergiye yazmış, okurlar okuduklarından öğrendiklerine dayanarak yazarlarla tartışmış ya da dergiye kendi yazı ve mektuplarıyla müdahil olmuş, bir döngü yaratarak, dergi ve okurları ve yazarları kolektif bir öğrenme süreci gerçekleştirmiştir. Bu aynı zamanda, biraz önce de kısaca değinmiştik, dergi çevrelerinin daha doğal ve ivedi bir şekilde teşekkül etmesini sağlamıştır. Değindiğimiz süreçte öne çıkan kimi engeller bu gruplaşmayı güçlendirmiştir. Örneğin, kaynak eksikliği, anarşist kuramı ciddi bir şekilde tanımama, diğer ülke ve kültürlerdeki kuramsal ve pratik tartışmaları oldukça yavaş ve geriden takip edebilme, anarşist öğrenme sürecinin önündeki engellerdendir. Dolayısıyla, bu engelleri beraber aşan, bu engelleri aşarken de beraber okuyan, yazan ve öğrenen bir grubun, küçük ve geçici de olsa bir geleneğe ya da gruplaşmaya yol açmaması düşünülemez. Bu kolektif öğrenme sürecinin sonlarına doğru, yukarıda da değindiğimiz gibi, İnternet’in ülkeye girmesi ve yaygınlaşması, İngilizce bilen kitlenin misli misli artması ve buna bağlı olarak da İngilizce kaynaklara İnternet aracılığıyla erişilebilmesi, ön dönemin sonlanmasını sağlayan en önemli neden olarak belirmektedir.
Diğer bir ifadeyle, ön dönemin en büyük karakteristiğinin, a priori bir şekilde tarihsizlik ve geleneksizlik olarak görmek mümkündür. Ancak, bu satırların yazarı bu niteliklerin içkin bir olumsuzluk taşıdığına inanmamaktadır. Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi, bu geleneksizlik zaruri bir kuruculuk/inşacılık misyonu yüklemiştir bu dergilere. Bu minvalde, bu topraklardaki fiili tarihi aşağı yukarı otuz yıl olan bir hareketin gelecekteki literatürlerinin de, bilinçli ya da değil, kendini ön döneme atfetmeden tanımlaması mümkün değildir.
Kara Dergisi Seçkisi’nde yer alan söyleşisinde, derginin editörü Ahmet Kurt, bu süreci anlatırken, adım adım literatürle tanışmalarını şöyle betimler:
“12 Eylül darbesinin hemen ertesinde çeşitli politik vesilelerle tanışan ve Marksizm’in kıyısına varmış dokuz kişiydik. (…) 1984 yılında Sokak yayınlarını kurduk, Sorel’ in ‘Marksizm’e Eleştirel Yaklaşımlar’, Orwell’in ‘Aslan ve Unicorn’ adlı kitaplarını bastık. Herkesin yabancı bir dil bilmesi şansımızdı; Karl Korsch, Otto Rühle, Andre Gorz derken Bakunin ve Kropotkine rastladık. İlk kaynağımız Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphanesiydi. 1936 İspanya Devrimiyle karşılaştığımızda rengimiz belli olmuştu. Kendimizi anarşist olarak adlandırmaya başlamıştık. Victor Serge ve Paul Avrich ve Kronstadt’ı keşfettik. Ida Mett’in Kronstadt 1921 isimli kitabını Ümit Altuğ’un kitap kadar etkileyici önsözüyle bastık. İspanya ile ilgili kitap basmaya niyetlenmiştik ki, dergi çıkaralım dedik. Bir zaman, kim okuyacak, kimin için çıkarıyoruz, çoğalmak, manipülasyon, dergicilik üzerinden politika tartışmaları yaptık ve dergiyi imzasız yazılarla bir grup dergisi olarak çıkardık. Avrupa’da kimler var diye bakınmaya başladık. CIRA’ya (İsviçre’de anarşist kütüphane ve arşiv) ulaştık. O dönemde İsviçre’de MA! (Magazin Anarchist) dergisini çıkaran arkadaşlar ve CIRA’dan Marianne Enckell, her istediğimiz kitabı, dokümanı ve bir o kadar da İsviçre çikolatasını Kara’ya yolladı.”
[s. 11, 1]
Dolayısıyla, ön dönemde yayınlanan dergilerin, anarşizmin ortodoks ve Marksizm’den nisbeten çok da farklılaşmamış bir yorumunu yansıttığını fark etmek zor değil. Buna koşut olarak, belki bir heves ya da öğrenme şevkiyle, Kara dahil bir çok dergide Dadaizm’den nihilizme ve primitivizme dek anarşizan düşüncenin birçok kanadına da yer verilir. Her ne kadar, ön dönemin ağırlıklı olarak büyük üçlünün (Bakunin – Kropotkin – Proudhon) etkisinde olduğunu iddia etsem de, aynı zamanda sayısız nüansı da barındırdığını fark etmek gerekmektedir.
Fakat, heterodoks geleneklere özenmenin ötesine geçemeyen bu heveslenmeler kuşkusuz Türkiye ikliminde maya tutturamamıştır. Bunun nedenini görmek zor değil. Örneğin, Sorbonne gençliğini peşinden sürükleyen yapısalcılığın etkisinin neredeyse hiç görünmediği Türkiye siyasi sahnesinde, postyapısalcı anarşizmin entelektüel bir egzersiz olmanın ötesine geçemeyeceği de bir gerçektir. Keza, Dadaizmin ilham veren bir entelektüel çaba olmanın ötesine geçemediğini de görebiliyoruz.
Fakat, tüm bu meselenin en önemli sonucu, Türkiye’de bir anarşist geleneğin ya da akımın yaratılamamış olmasıdır. Bir ‘Türk işi anarşizmden’ söz etmek mümkünken, örneğin reaktif Yunanistan anarşist hareketi gibi ya da isyancı İtalyan anarşizmi gibi, kendi tadı ve kokusu olan, özgün, doğduğu toprakların sosyopolitik ihtiyaçlarına ve amaçlarına hizmet edebilen bir anarşizmden yoksun olmamızın nedenini de, ön dönem dergilerde arayabiliriz. Dolayısıyla, bu çalışmadaki analizlerimi okurken, aklınızın bir köşesinde bu gelenek noksanlığının nedenini aradığımı tutmanızda fayda var.
Bu noktada dikkatli bir parantez açma zorunluluğumuz var. Ön dönem anarşist dergiler ve bu dergilerin dolaylı olarak eklediği son dönem dergilerinde (örneğin Siyahi) dikkat çekici bir anarşizm algısı göze çarpmaktadır. Bu algı, anarşizmin evrenselliğine vurgu yapan, anarşist yerelliğin bu topraklarda, Marksist lezyonlar haricinde, nasıl yeşereceğine dair bir ipucu vermeyen , kendini kuramsallıkta kısıtlamış olan ve hatta, siyasi bir dille ifade etmek gerekirse, yenilgiyi baştan kabul etmiş bir kurgulamadır.
Bunun arkaplanını ön dönem dergilerde görmek mümkündür. Bu dergilerde, felsefi anarşizm algısı fonksiyoneldir. Diğer bir deyişle, bu dergilerin yazarları, endüstriyel toplumlarda, o toplumların koşulları ve önkabulleri altında kendini var etmiş anarşizmin tek ve biricik anarşizm olduğunu var saymışlardır. Kuşkusuz, özellikle Asya ve Afrika anarşizmine dair kimi kısa notlar ve atıflarda bunun böyle olmaması ve olamayacağına dair sezgileri hissediriz bu dergilerde. Ancak, politik sıkıntı, hele anarşizm gibi kendini eylemle var etmeye vakfetmiş bir siyasette, anarşist felsefenin yerelleştirilmesinde göze çarpmaktadır. Ancak, bu niteliğin de ön dönemde yer almanın içkin ve a priori özelliklerinden biri olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
Her ne kadar a priori olsa da, anarşizmi yerelleştirememenin nasıl yapılamadığı nevi şahsına münhasır bir tablo arz etmektedir. Bu sıkıntıyı, ön dönemin son dergisi Apolitika’da dikkate değer bir şekilde gözlemleyeceğiz. Apolitika, anarşizmi o zamanlarda tüm vahşeti ve yoruculuğuyla gündemde olan Kürt sorununa uygulamaya çalışırken çektiği sıkıntı dikkate değerdir.
Ön dönem, aynı zamanda anarşistlerin ilk defa sokağa ve eyleme çıktıkları dönemi kapsamakta ve bu nedenle apayrı bir önem taşımaktadır. Özellikle Ateş Hırsızı dergisinde, bu eylemlerin raporları ve fotoğrafları yayınlanmış, 1 Mayıslara katılan anarşist gruplara yer verilmiştir. Dolayısıyla, ön dönem, anarşizmin sadece kitaplardan öğrenildiği değil aynı zamanda elden geldiğince pratiğe geçirildiği dönem olarak da kendini şekillendirmiştir. Fakat, bu noktada gerçekçi olmakta fayda var. Yukarıda da değindik, anarşist pratiğin Türk (ve Kürt ve Türk-Kürt) siyasi hareketindeki yeri bu yazıda değinmeyeceğimiz ilginç meselelerdendir. Fakat şunu söylemekle yetinelim, anarşist siyaset Türkiye politik arenasının utangaç veledidir. Anarşist birçok birey ve grup, kendilerini adlandırmadan anarşizan ögelere sahip gruplaşmalar oluşturmuş, Türkiye’de aktif olan türlü türlü harekette (siyanürlü altın karşıtlığından, antinükleer harekete, antimilitarizmden feminizme) var olmuştur. Fakat, anarşizm, tüm bu çabanın ‘ekmeğini yiyememiş’, biraz önce de değindiğimiz gibi, bu nedenle bir gelenek oluşamamıştır. Ön dönem bu ikilemlerin ve bocalamaların belirgin olduğu dönem olarak belirmektedir. Bunun nedenlerine dair, öte yandan, elimizde net bir bulgu yoktur. Anarşizmin çekici geldiği demografinin örgütlü eylemliliklere daha yeni yeni başlamış olmasından tutun da, anarşizan mahçupluk olarak nitelendirebileceğimiz, kökü Sufizm ile antikapitalist ahlak yaratma çabası arasında salınımlanan moral felsefe kurgusu, anarşizmin kimi zaman anonim kalmasında rol oynamıştır.
Bir kuram ve pratik olarak anarşizmi öğrenmenin yeni nesil okurun belki de hiç deneyimlemediği bir zorluğu İnternet’in ön dönemde var olmamasıdır. Anakronik olarak ele alındığında, şimdilerde bunu büyük bir şaşkınlıkla ve belki de umarsızlıkla karşılıyor olabiliriz, ancak, İnternet zemininde önem arz eden bilgiye doğrudan erişim, kah Türkiye koşullarının içkin zorlukları, kah 12 Eylül istibdatının ilave zorluklarıyla sekteye uğramıştır. Yukarıda yer verdiğimiz alıntıda da değinildiği gibi, Kara dergisini çıkaran ekibin dahi ilk kaynağı bir üniversite kütüphanesi olmuştur. Benzer şekilde, Türkiye’deki anarşizm (ve belki de kooperativizmin ve nihilizmin) tarihinin imparatorluk dönemine kadar geri götürülebilecek tarihsel köklerinin, bilhassa Baha Tevfik’in keşfi, on yıllar alacaktır.
Ön dönemin yarattığı en önemli sosyal oluşum bir anarşist cemaatçiliktir. Makalenin başlarında da dikkatle altını çizdiğimiz gibi, öyle ya da böyle, ön dönem bir bütünlük ve süreklilik arz etmektedir. Gerek, bu dergilerde yazanların benzer kişiler olması, gerek dergileri çıkartan ekibin hemen hemen aynı olması, daha da önemlisi, anarşist grupların zaten küçük ve dar olması, belki de ister istemez bir cemaatçiliğe yol açmıştır. Bu cemaatçiliği ön dönem dergilerin sayfalarında görmek mümkündür. Ön dönem sonrasında da, Efendisizler (‘Efendisiz’ değil) ve AGF grubu da belki bu kemikleşmiş cemaatin dışında bir çıkış aramış, ancak kendi cemaatini oluşturmaktan başka bir yere varamamıştır.
Kuşkusuz bu cemaatçiliği, bir geleneğin oluşması önünde bir engel olarak da görmek mümkün. Zira, cemaatçiliğin sosyal bağlarının, olası bir geleneğin gerektirdiği kuramsal ve eylemsel iklimi oluşturma önünde gayrı ihtiyarı bir engel olduğunu öne sürebiliriz. Bu nedenle, belki de ‘Türk işi anarşizmin’ bir vechesidir bu, ön dönem anarşist dergilerde birçok kişisel, duygusal, hezayanlarla dolu, öfkeli yazı bulmaktayız. Bu duygulanımları ve duygu paylaşımlarını, iradi ya da değil, bir cemaat oluşturmak için gerekli yakınlığı hissetmek için paylaşıldığını tahmin etmek zor değil.
Keza Ahmet Kurt bir röportajında bu cemaate şöyle atıfta bulunmuştur:
“Birlikte dergi çıkarmaktan ziyade birlikte yuvarlanıyorduk. Her zaman cümbür cemaat olmasa da birlikte yiyip içip birlikte geziyorduk. Üç ev aynı semte taşınmıştık, dergi biraz da evlerde hazırlanıyordu.”
[s. 12, 1]
Kısacası, ön dönemi, klişe tabirle bir emekleme dönemi olarak görmek mümkün. Ancak, uzun süren bir emekleme döneminin aksine, bu süreç sonrasında, anarşist dergiciliğin ve siyasetin yürümeye veya koşmaya başladığını söylemek zor. Belki bu satırların yazarının bu dönem dergilerine olan manevi bağı, belki de 2000‘lerde yayınlanan dergilerin etkisi ve öneminin ön dönemdekiler kadar derin ve sürekli olamaması, bu beş dergiyi daha da önemli kılıyor. Dolayısıyla, sunacağımız çözümlemeleri okurken, yukarıdaki noktaların izini sürmek, hem anarşizm tarihinin hem de kültürel medyanın tarihini daha iyi kavramak açısından önemli olacaktır.
Kara
Zileli ve Özkaya’nın da değindiği gibi Kara dergisini “bir milat” olarak ele almak mümkündür [6]. Ekim 1986’da yayınlanan ilk sayısıyla Kara dergisi Kasım 1987’de son sayısını yayınlayarak bir yıldan biraz daha uzun bir sürede 12 sayı yayınlamış, neredeyse kusursuz bir periyotta yoğun ve çalışkan bir sinerji yaratmıştır.
Kara dergisinin belki en ilgi çekici biçimsel özelliklerinden biri anarşist ya da anarşizm yerine liberter ve liberterizm sözcüklerini kullanmasıdır. Kuşkusuz, bunu nedeni açıktır. Kar’nın editörü Ahmet Kurt bu noktaya şöyle değinmektedir:
“Dergi çıkarken renkte bir sorun yoktu ama ‘anarşi’ kelimesinin kullanılmasında kafamız karışıktı. Trafik keşmekeşine ‘trafik anarşisi’, yumurtaya yapılan zamma ‘yumurta anarşisi’ , her türlü negatif olaya şu bu anarşisi denilen, darbecilerin dilinden yıllarca düşürmedikleri bir ‘terör ve anarşi ortamı’ gevezeliklerinin pek revaçta olduğu bir dönemdi. Soldan yeni kopmuşuz, otorite, birey, tahakküm gibi konularda kendi çapımızda keşiflerde bulunuyoruz ama ‘halkımız ne der’ gibi bir kaygımız da var bir yandan. Bir de tırsıyoruz, hiçbir toplumsal şemsiyemiz yok. İllegal örgütlenmeye karşıyız, legal alanda polis anarşiye ne kadar tahammül gösterir bilemiyoruz. Liberter kelimesi sokaktaki insana hiçbir anlam ifade etmese de bizi de bir kadar korur diyerekten kendimizi yazılı alanda böyle adlandırdık.”
[s. 11, 1]
Daha önce yer verdiğimiz alıntıda da Kurt’un değindiği gibi, Kara’nıın ilk sayısı bir grup dergisi olarak imzasız yazılarla çıkmıştır. Yer verilen yazıların kimisi (‘Sosyalist Parti Tartışmaları Üzerine’) güncel meseleler üzerine eğilmiş, kimisi anarşizmin tarihini (‘İspanya İç Savaşı’) tartışmıştır.
İlk sayısında Kara, başat kimi anarşizan meseleleri tartışmıştır: temsiliyet ilkesi, teknolojinin erki ve kapitalist çalışma ahlakı.
Bununla beraber, ilginç bir nokta olarak değinmemiz elzemdir, Kara’nın ilk sayısında, görebildiğimiz kadarıyla anarşist ya da liberter sözcüğü hiç geçmemektedir. Bu da kuşkusuz Kurt’un yukarıda değindiği anekdotuyla örtüşmektedir.
Türkiye’de yayınlanan anarşist dergilerin naif bir mizah ya da alaycılığı olduğunu Kara’dan itibaren görmek mümkün. Bu alaycılık, kimi zaman burjuvazi karşıtlığından, sarkastik bir özeleştiriye değin çeşitli biçimlerde kendini belli etmektedir. Örneğin, meraklı okur için burada yer verelim, Kara’nın ilk sayısında, çalışma üzerine yazılan bir makalede, şöyle tuhaf bir paragraf vardır: “Ama herhangi bir zorunluluktan kurtuluş sürecinin; kimi insanların kafasında zorunluluk olmadıkça koyundan farksız göründüğü için; insanların en ‘temel’ ihtiyaçlarını bile karşılayamayacakları bir duruma düşüreceğinden korkanlar, huzur içinde video seyredip tatil yapsınlar.” [s. 26, 1]. Mizahi yaklaşımsa kendini, son sayıdaki Ahmet Arslaner imzalı ve “İdeal Bir Birey Nasıl Olmalıdır?” başlıklı makalede kendini açık eder [s. 99, 1]. Bu makalede ironik bir şekilde, madde madde, egemen sistemin dikte ettiği birey prototipi betimlenir. Bu birey, “Şairlerden Edip Cansever’i, müzisyenlerden Bach’ı, Miles Davis ve Mustafa Kandıralı’yı sevmelidir” ve “Programlı bir hayatı hiç sevmediginden programsız yaşayabilmek için uzun uzun programlar (tabii ki) yapmamalıdır”. Ekseri değindiğimiz anarşizan öfkenin, ötekini nasıl gördüğü, onu ironik bir şekilde eleştirebilmek için nasıl bir zemine kendini oturtmaya çalıştığını, en ham haliyle Kara’da bulabiliriz. Kara, bu minvalde, sadece kendini değil, ötekini de tanımlamaktadır.
Ancak, bu tuhaf mizahın arkasında yatan, önceki bölümde de değindik, ham ve kibirli bir anarşizm algısıdır. Püriten bir teknoloji karşıtlığını ve de Protestan çalışma ahlakına karşı anarşizan olduğu düşünülen bir muhalefetin dile getirildiğini Kara’nın ilk sayısında görebiliyoruz. Benzer şekilde, Kara sıklıkla anti-entelektüelist bir proje olarak da adlandırılagelmiştir [9]. Nitekim, bu argümanlar 25 yılı aşkın süre sonrasında, günümüzde oldukça ilginç ve beklenmedik bir şekilde algılanabilmektedir. Örneğin, “(…) teknoloji de bir iktidar biçimlenişidir. Bu nedenle de teknoloji, toplumsal mücadelelerin hedeflerinden biri haline gelmektedir” [s. 19, 1] veya “okuma-yazmayı bilgisayardan öğrenen çocukların ülkesi Japonya’da, 5. kuşak kompüterlerin insan beyninin pek çok faaliyetini üstlenebilecek fonksiyonlarını geliştirebilmek için, akıl hastaları ve mahkumlar lobotomi ameliyatlarıyla ‘bitki’lere döndürülmektedir” [s. 19, 1] ya da “Tenya olman bir seçenek” [s. 33, 1] gibi argümanları, sosyal ve dijital medyanın baskın ve egemen olduğu, hatta anarşist grup ve bireylerin de ekseri bu medyumları kullandığı bir dönemde yeniden ele almak yerinde olacaktır. Bu yeniden ele alış, hem 1986 yıllarındaki anarşizm algısındaki yalınlığı hem de günümüzde pek tartışılmayan ve hatta unutulmuş anarşist argümanları anımsamak anlamında önemlidir. Tüm bu süreç de, tarihsellik zemininde anarşizm algısının nasıl gelişip değiştiğini betimleyecektir.
Öte yandan, değindiğimiz bu makaleleri irdelerken, gereğinden fazla bir nostaljiye kapılmamak da gerekmektedir. Tahmin etmek zor değil, değindiğimiz bu satırları yazan yazarların neredeyse hiçbirinin günümüzde benzer düşünceleri savunduğunu sanmıyorum. Türkiye’deki anarşist düşüncenin gelişimi macerasının, en fazla tebessüm yaratan mecralarından biri olan Kara, bu anlamda hem işlevsel hem de şaşırtıcıdır.
Bu işlevselliğin belki de en çok burun kıvrılan yönlerinden biri dergide yer alan kişisel denemeler ve fıkralardır. Oldukça kişisel yansımaları anlatan, çoğunlukla nihilizme varabilen bu makaleler de post-endüstriyel toplumun dertleri ve eziyetleri, yarattığı bunalımları varoluşçu bir tınıyla, neredeyse Sartre’ın Bulantı’sını, Camus’nun Yabancı’sını andırır bir şekilde anlatılır. Örneğin, ikinci sayıda Can Burak müstear ismiyle yayınlanan, endüstriyel dünyada maaşlı çalışan ortasınıfın bir gününü betimleyen bir makale şöyle sonlanmaktadır: “Bu işkenceye neden katlanırsın? Zorunlu mu köleleşmen, yoksa istemeyi beceremeyen sen misin suçlu?” [s. 29, 1]. Fanzinlerden alışık olduğumuz, kendinden nefret etme derecesine varan bunalımlı bir iç hesaplaşmayı anlatan benzer makaleleri Kara’nın hemen her sayısında ve sonrasın da diğer ön dönem dergilerde yer yer görürüz. Bilhassa, üçüncü sayıda yayınlanan, Can Burak imzalı “Tenya Olman Bir Seçenek” başlıklı yazı da bu konuda dikkate değer ilginçlikler içermektedir [s. 33, 1]. Yazı “Fazla seçenek yok. Ya isteyeceksin yaşamı ya da geberip gideceksin” cümlesiyle başlayıp
“Yaşamı istemek bir diger seçenek. Ya da geberip gitmek.” cümlesiyle sonlanmaktadır.
Bu sızı, şikayet ve öfke halet-i ruhiyesinin, anarşizmle nihlizmin bu topraklarda denk ya da akraba gibi algılanmasının ardında yatan nedenlerden biri olduğu öne sürülebilir. Bu akrabalık bağının ne kadar müsbet olduğu tartışması apayrı bir yazının konusudur. Ancak, şunu demekle yetinelim, anarşizmin ex nihilo yaratıldığı bir siyasi iklimde, bu ikisi arasında oluşabilecek bağ anlaşılabilir bir nitelik göstermektedir.
Bu ‘bunalım yazıları’ aynı zamanda, yazarın içsel hesaplaşmalarını yansıtmasının ötesinde, okurlarla yüksek derecede bir empati bağı kurmaya çalışmaktadır. Bu empati, genelde yazının sonlarına doğru artmakta, nihayetinde de vurucu bir cümleyle su yüzüne çıkmaktadır. Bazen bu empati, arkadaşça, kardeşçe bir öfkeye dönüşür, kimi zaman da bunalımı kabullenen bir edilgenliğe. Anarşistin varoluşçu bunalımı olarak adlandırılabilecek bu duygulanımlar ve hezeyanlar, anarşist dergilerin önemli bir parçası haline gelmeye, çok önceleri, Kara dergisi döneminde başlamıştır. Ön dönemin karakteristiklerini incelerken değindiğimiz gibi, bu ruh hali paylaşımlarının anarşist cemaatçiliğin inşasında da önemli bir rolü bulunmaktadır.
Kara dergisinin politik içeriğini ve kapsamını daha detaylıca değerlendirmek gerekmektedir. Kah çocukça, kah klişelerle örülü beylik yazılarla dolu olsa da Kara, önemli bir tarihsel işleve yerine getirmiştir. Bu işlevi yerine getirirken de, işlevselliğini üst bilincine taşımamış, dergiyi sırf dergi çıkarmış olmak ve tarihsel bir misyona hizmet etmek için değil, tam da aksine, yazılan makalelere ve emeğe inandığı için var olmuştur. Siyasi örgütlenmelerin “dergi çevreleri” üzerinden yürütüldüğü bir şemanın var olduğu bir zeminde kuşkusuz önemli bir açılımdır bu.
Ancak, Kara’nın ilk sayılarında görülen naifliğin, derginin ömrünün ikinci yarısında değiştiğini, Kara’daki makalelerin olgunlaştığını ve kuramsal manada ilerlediğini söyleyebiliriz. Örneğin, 6. sayıda yayınlanan “İktidar Nerede” başlıklı, M. Kazmacı imzalı yazıda, anarşist algısının belli başlı önyargılarından olan “özgürlük fetişizmine” dair ilginç değinilere rastlamak mümkündür:
“Renklilik ve çeşitlilikten kesinlikle yanayım. Ama bu renklilik kendisinde varolan özgür eğilimi sapmış insan doğasının varolan durumunu veri alan, tenya gibi yaşamayı giderek ideleştiren; özgurlük kavramını ‘savrukluk’, ‘düzensizlik’ diye ideleştiren; başka bireylere varlık hakkı tanımayan bir renklilik değildir. Hiççiliği (nihilizmi) varoluş biçimi görmek ne komik! Bence hiççi (nihilist) söylem, otoriter söylemle dalga geçmek için çok güzel ve yararlı bir silahtır, ama hiççi olmak bir varoluş biçimi değil, yok olmanın dayanılmaz ağırlığıdır.”
[s. 48, 1].
Benzer şekilde, 7. sayıda yayınlanan Ali Kürek imzalı “Liberter Düşünce (sic.) (ve) Harekette Devrim Kavramı Üzerine” adlı oylumlu makalede de dağınık bir üslupla da olsa anarşist devrim fikri ve projesi basit bir dille betimlenmiş, anarşist devrimin kendiliğindenciliği, yaratıcılığı gibi merak ve ilgi uyandırıcı konular tartışılmıştır [s. 51, 1].
Kara dergisinin eşcinsel özgürlüğü, feminizm gibi yeni sosyal hareketlere eklemlenmesi de ilerleyen sayılarda kendini gösterir. Örneğin, derginin 10. sayısında “kadına dayağa ceza verilmesi” talebinin, devlet ve iktidar ilişkileri açısından ele alınması [s. 72, 1], benzer şekilde anarşizm (Kara’nın diliyle liberterizm) ve feminizm arasındaki bağı inceleyen yazılar dikkat çekmektedir [s. 76, 1]. Keza, aynı sayıda Tayfun Gönül imzasıyla yayınlanan “Eşcinsellik Hastalık Değildir!” başlıklı makale, eşcinsel özgürlüğünün radikal sol kanatta tartışıldığı ilk makalelerdendir [s. 80, 1]. Bu yazıda, aynı zamanda bir hekim olan Gönül, meseleye şimdilerde yadırganabilecek bir yaklaşımla değinmektedir. Klasik sol kanatın eşcinselliği hastalık olarak gördüğüne değinen Gönül, yazısını şöyle sürdürmektedir:
“Liberterler eşcinselligi sadece bir hastalık olarak görmemekle kalmazlar. Eşcinseller üzerindeki toplum baskısını da lanetlerler. Toplum ve zaman zaman da devlet baskısına gerekçe hazırlamaktan başka bir işlevi olmayan bilimin ve psikiyatrinin iki yüzlülügünü teşhir ederler. Özgürlükçü etik açısından eşcinsellik, heteroseksüellikle eş deger bir cinsel seçimdir ve tamamen bireylere ilişkin bir konudur.”
[s. 82, 1]
Bu alıntıyı ve bu çerçevede yazıyı eleştirmek oldukça kolay. Eşcinselliğin bir “seçim” olmasının iddia edilmesinin yarattığı hassasiyetlerden tutun da, toplumsal cinsiyet zemininde eşcinselliğin sadece bireysel ve “eş değer bir seçim” olamayacağına dair muhtelif eleştirileri yöneltmek mümkün. Bu alıntıya yer vermemizin başat nedeni, anarşizmin emekleme devrinin yaklaşık 25 yıl sonrasından bakıldığında, kuramsal olarak nasıl değiştiğine dair önemidir. Anarşizmi, çiğ bir tercih okuması olmaktan çıkarıp, sosyopolitik bir güç ve iktidar siyaseti üzerinden okuyabilmek için epey bir zamanın geçmesi gerekmişti.
Benzer şekilde, beşinci sayıda Osman Konur imzasıyla yayınlanan “Doğrudan Demokrasi, Doğrudan Etkinlik” başlıklı makale de ilginçtir [s. 42, 1]. Evvela biçimsel açıdan, “doğrudan eylem” yerine “doğrudan etkinlik” sözünü kullanması, o dönemlerde Kara’da gördüğümüz anarşizm/liberterizm dikotomisinin bir uzantısıdır. İstibdat dönemi şartları anımsandığı çok şaşırtıcı değildir bu elbette. Bu makalede Konur, doğrudan demokrasi tarihinin kısa bir betimlemesini yapıp, anarşizmle bağına değinir.
Benzer bir şaşkınığı, derginin altıncı sayısında yer alan “İktidar Nerede” başlıklı yazıda da yaşarız. Anarşizmin neredeyse bir trade mark’ı olan kaos – düzen – düzensizlik tartışmasının ilginç bir okumasını, makalenin yazarı M. Kazmacı bize şu şekilde sunmaktadır:
“İktidar tarafından savunulan hep kaostur (karmaşa/düzensizlik), kosmos (düzen) adına! Ben hiç inanmıyorum buna. Yani karmaşayı, düzensizligi özgürlük taraftarları yaratmadı demek istiyorum. Liberterler (özgürlükçüler) karmaşayı istemedikleri, sevmedikleri bir11 ‘miras’ olarak görmüşlerdir. Çünkü ‘düzen’ diye sözü edilen şey ‘karmaşa’nın ‘düzen’idir. Ben bu kaotik kosmosa karşıyım. Ben ‘düzen’den yanayım. Ama varlık sartı birinin veya birilerinin veya bir sınıfın mutlak iktidarına dayanan, mutlak düzenli bir düzene karşıyım: Yani faşizme, nasyonal ‘sosyalizm’e, İslami ‘sosyalizm’e ve her türlü otoriter ‘sosyalizm’e. Ben düzen taraftarıyım, ama bu düzen bireyin düzenine saldıran, böylelikle bireyin kendi dogasında kendine özgü olarak varolan insani yeteneklerini parçalayan, otoriter bir düzen degildir.”
[s. 48, 1]
Anarşizmin politikanın vicdanı olduğu iddiasını desteklercesine, anarşist ahlaka hatta daha da genel geçer bir şekilde ahlaka yapılan atıflar dikkat çekicidir. Şüphesiz 25 yıl sonra kulağa tuhaf gelen kimi ahlaki ve politik argümanlar yer yer büyük bir enerjiyle savunulagelmiştir:
11
11″Özgürlük; yoksulların sırtından geçinmeyi adalet sayan ve servet biriktirmeyi ve onu ba ̧ kalarına miras bırakmayı hırsızlık saymayan; zorunlu çalışmayı kutsayan ve insanları acımasız koşullar altında çalıştırmayı ‘erdem’ diye yutturan; kadın vücudunu teşhir etmeyi ‘cinsel özgürlük’ veya ‘cinsel tabuları yıkmak’ zanneden; yalanı ve haber uydurmayı ilke edinmiş; sosyal dayanışmayı sakatlara yardım fonundan ibaret gören; bireyciliği materyal-egoizmle veya para gibi bir nesneye tapmakla karıştıran; şeyleşmiş, modern çağımızın nesnesel, aşağılık ahlâkına karşı; temellerini kendisinin de parçası olduğu doğadan alan devrimci bireyin sosyal ahIakının, çagımız cehaleti üstüne aydınlatıcı parlayışıdır.”
[s. 56, 1]
Benzer şekilde, onbirinci sayıdaki “Özgürlükçü Bir Etik Yaratalım” başlıkı, Esin Kahraman imzalı makale de ahlaka değinmektedir [s. 94, 1]. Makale, “özgürlük mücadelesinde, özgürlükçü bir etiğe” çağrı yaparak sonlanmaktadır.
Kara’nın