ZAMANIN SİHİRLİ BÜYÜCÜSÜ… ANTAKYA / *Neval Oğan Balkız
Sabahın nemli buğusunda, bir bulut tarlası sanki Amik… Güneşin ilk ışıkları buğuyu aralıyor… Silpius Dağını (Habib-i Neccar) kendine elbise edinmiş, ayaklarını, nehir ilahı Orontes’in (Asi nehri) dalgalı sularına uzatmış, başını surların taçlandırdığı doğunun gizemli tanrıçası Antiochia ( Antakya) karşımızda… Tyche heykelinde tasvir edildiği gibi, mağrur bir ilahe… Tarihi M.Ö 300 yıllarına dayanan Seleukos İmparatorluğunun son başkenti. Antik çağın ticari, askeri yollarının kesişme noktası. M.Ö 42’de, Roma ve İskenderiye’den sonra dünyanın üçüncü büyük kenti. Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Haçlı, Memluk ve Osmanlı uygarlıklarına yurt olmuş, 1939’da Türkiye topraklarına katılmış gönül zengini ev sahibesi…. Sarayları, hamamları, mabetleri, köprüleri, malikaneleri ve doğal güzellikleri ile kibirli bir lüks ve ihtişamı; katliamları, istilaları, deprem ve yangınları ile gözü yaşlı bir sabrı tarihinde birleştirmiş, olgun yas tutucu.. İsa Mesih’e inanların Hıristiyan adını aldıkları ilk coğrafya. Petrus ve Pavlos’un, Barnabas’ın vaazlar verdiği, İncil de adı geçen, insanlığın cilalı taş devrine dayanan yerleşim öyküsünün gizemli taşıyıcısı.
Antakya’da bu öykünün gölgesinde, rüzgarın kendine açtığı yolu izleyerek, birbirine açılan sokaklardan geçersiniz. Kokuları ve sesleri içiçe geçmiş, renkleri bir olmuş kültürlerin; eski ile yeninin, yaşanılan ile özlem duyulanın, aynı zamana sığdığı bir kavşakta bulursunuz kendinizi daima… Her sokak başı, kayıp zamanlardan tanıdığınız yeni bir eskiyi serer önünüze… Heyecanlanır, kendinizi tanıdık eskinin bugüne ışınladığı bir kahraman gibi hisseder, keşfe çıkarsınız. Bu keşifte Antakya; gözlerinizin tanıklığında ruhunuza siner, coğrafyası yüzünüz olur. Nur Dağları, Akdeniz rüzgârının karıştırdığı saçlarınızdır artık. Asi nehrinin kıvrımları ağız çizginiz, Amik Ovasının yeşili gözlerinizin haresi oluverir.
Bu sihirli gizemin sarmalında; sakin ama coşkulu bir telaş içinde süren günlük yaşamın, insan kalabalığının içine karışır, nazlı akan Asinin üstündeki köprüden geçer, Cumhuriyet Alanına gelirsiniz. Belediye, PTT ve eskiden Parlamento toplantılarına ev sahipliği yapmış binaların çevrelediği bu alan, şehrin ana caddelerinin kesişme noktasını oluşturmakta.
Asi Nehrinin iki yakasına dizili binaların, lokanta, mağaza ve işletmelerin oluşturduğu kent dokusuna bakar, geçmişe yolculuk yapmak üzere ünlü Arkeoloji Müzesinin kapısında bulursunuz kendinizi. Mozaik koleksiyonu bakımından dünyada en zengin ikinci müze olan ve 1948 tarihinde ziyarete açılmış bulunan müzede; değişik çağlara ait eserlerdeki tanrı ve tanrıça figürleri ile günlük yaşam tasvirlerine bakarak, kendi öykülerinizi yazmaya başlarsınız. Yoğun olarak Harbiye (Daphne) ve Samandağ yöresinde bulunmuş olan mozaiklerdeki renk ustalığını, figürlerin ifadelerindeki canlılığı izler; kuvvet tanrısı Herakles’in yılanları boğarken tasvir edildiği mozaikte kuvvetine hayran kalır; Antakya’nın sembolü haline gelen Soteria’nın bakışlarındaki gizemli şehvete tanıklık eder,Talassa ‘nın gür saçlarındaki istakoz kıskaçlarına elinizi kaptırmaktan çekinirsiniz.
Khresis ‘in elinde tutuğu tepside, Kral Agememnon’a sunduğu iki şehrin anahtarları çalıp, cebinize indiriverirsiniz. Tek tanığınız, bir kayaya oturmuş Lyra’sını çalmakta olan Orfeustur, o mozaikten gözleriyle sizi izlemektedir. Narkisos, kendi mozaiğinin hemen yanı başında duran mozaikteki Apollon’un kovalamakta olduğu güzel peri kızı Daphne’yi bekler gibidir. Daphne’nin kendini kurtarmak için defne ağacına dönüşmesini gören dansözler, yandaki mozaikte, coşkulu bir dansa başlamışlardır. Dansın ritmine kendinizi kaptırır, denizin içinde ve deniz hayvanlarıyla beraber, tanrı ve tanrıçanın ve yunus balığına binmiş erosun tasvir edildiği Okyanus Moziği Tethys’in önünden, kulaklarınıza dolmuş olan dalga sesleriyle ayrılırsınız. Samandağ ve Harbiye yöresinden çıkarılmış, bu topraklara ait olan ve günümüzde Amerika’nın; Boston Güzel Sanatlar Müzesinde sergilenen deniz mozaikleri (yunuslara binmiş üç çocuğun balık avlaması figürü vb.) ile Herakles ve Dionysos’un içki içme yarışı mozaiği başta olmak üzere, Harbiye’de bulunan en büyük Hygieia /altın kaplama mermer heykel dahil, Worcester Müzesinde sergilenen 253 adet sanat eseri ve Louvre Müzesinde sergilenen eserler ile Antakya Tyche heykellerinin neden kendi topraklarına geri getirilmesi için çalışılmıyor diye kendi kendinize sorar, hüznünüzün içinde sesinize ses ararsınız. Stilinin en mükemmel örneği olan Sidemera Tipi Antakya Lahitinin olağanüstü güzelliği karşısında büyülenir, lahitin duvarlarındaki mermer heykellerin canlılığı ve mükemmelliği karşısında şaşırır; bu donup kalmış zaman yolcularının yüzlerindeki ifadelerle kendi öykülerini anlatmalarını dinler, biraz daha durursanız, hareketlenip sizinle birlikte geleceklermiş gibi, gözlerinize baktıklarını görürsünüz. Biraz mahcup, biraz da “ölümlü olmanın” sonsuz hüznünün verdiği acelecilikle; takılar, sikkeler ve amforaların sergilendikleri bölüme geçersiniz.
İnsanlığın; sonsuz güzellik ve estetik arayışlarının, yaratıcılığının seçkin örneklerine tanıklık eder, diğer yandan tarihin her dönemindeki iktidar, güç ve hırsın yarattığı çatışmaların yıkıcı etkilerinin izlerini sürersiniz. Yer darlığı nedeniyle sergilenmeyen eserlerin konulduğu bölümlerden geçerken; oldukça geniş bir alanı kapsayacak şekilde tasarlanan ve halen inşaatı sürmekte olan yeni binasına taşındığında, Müzeyi tekrar gezme sözünü kendinize armağan ederek, keyifle yola koyulursunuz.
Tarihte, ışıklandırılmış ilk cadde olarak anılan Kurtuluş Caddesinde bulursunuz kendinizi.
Üç semavi dinin mabetleri cami, kilise ve havranın yan yana, omuz omuza sıralandığı, güncel olanın mistik olan ile ahenkli karışımının atmosferine girersiniz. Adımlarınız sizi önce; M.S 638 yılında, Antakya’nın Arap Müslümanların eline geçtiği dönemde inşa edilmiş olan ve Kuranı Kerimde de anlatılmış olduğu üzere; Hz.İsa’nın havarilerine ilk inanan ve bu uğurda ölen bir Antakyalının (Habib-i Neccar’ın) adının verilmiş olduğu, avlusunda Müslüman din adamları ile Hıristiyan azizlerinin mezarlarının bir arada bulunduğu Camiye götürür, farklı olanların barış ve saygı içindeki birlikteliğini görür, gelecek için umutlanırsınız. Gölgenizin düştüğü taş kaldırımları izler; Katolik Kilisesine gelirsiniz. 1852 yılında kurulmuş olan bu Kilisenin taş avlusunda dinlenir, bu güzel yapının dinginliğinde ibadet yerlerini gezer, konuksever görevlilerin ikram ettiği şerbeti yudumlar, yolunuza koyulursunuz. 1700 yıllarından beri Musevi Cemaatinin ibadetlerini yapmakta oldukları Havra’da yolunuzun üzerindedir, burada bulunan ve beş yüz yıllık bir geçmişe sahip ceylan derisi üzerine İbranice yazılı Tevrat hakkında bilgi alır, zenginleşir; Arnavut kaldırımlı, dar Antakya sokaklarından; o sokaklara açılan fıskiye havuzlu geniş avlulu geleneksel mimarin son örneklerini oluşturan evlerin önünden geçerek, yapıldığı dönem itibariyle Antakya’nın en eski camisi olan ve Memlük dönemi eseri kabul edilen Ulu Camiye varırsınız. Taş oymalı minaresinin gölgelediği güzel şadırvanda su içer, güvercinlerin ötüşlerinin eşliğinde taş avluyu geçer; tarihi Uzun çarşıya yönelirsiniz.
Suriye’yle bozulan ilişkilerin ardından, kalabalığını ve canlılığını büyük ölçüde yitirmiş olsa da; ihtişamını koruyan çarşıda; tarihi ayakkabıcılar çarşısını, zamanında önemli bir sabunhane olan mekanları, geleneksel demirci ve bakırcı, bıçakçı çarşılarını, otantik ürünleri; küçük aralıklarla vurulan çekiç darbelerinin çıkardığı seslerinin oluşturduğu senfoniye, insan seslerinin karıştığı, ahenkli bir uğultuyu kulaklarınızda taşıyarak, maharetli ellerinin ritmik hareketlerini izleyerek, gezersiniz. Kurşunlu Han’da renk renk semerlerin dizili olduğu dükkanların önünden geçerek, çarşının mistik havasına karışan hoş kokuların peşinden, künefe ve taş kadayıf ustalarının olduğu yere gelirsiniz. Oldukça ünlü Hatay Künefesinin lezzet sırlarının saklı olduğu marifet inceliklerini, hamurun ateş sacında ince şeritler oluşturmasını, kıvamında kavrulmasını ilgiyle, biraz da iştahla izler; aynı iştahla, restore edilmiş güzel bir eski Antakya evi olan restoranın merdivenlerini hızla çıkar, saklı bir ihtişamının çağdaş bir anlayışıyla sıcak bir atmosfere dönüşmüş ortamında bulursunuz kendinizi. Yaşanmışlığın ağırbaşlı anılarını yansıtan eski Antakya resimlerini süslediği duvarların taşlarına elinizi dokundurur, geçmişte burada yaşayanları selamlarcasına sıcaklık hissedersiniz… Avludaki şadırvandan gelen suyun ve duvar üstünde uçuşan kumru seslerinin karıştığı rüzgarın dokunuşlarını hissederek, önünüze gelen enfes görüntülü mezelerin; zeytin, kekik, patlıcan (abagannuç) salataları, humus, bakla ezmesi , süzme, yöre kırmızı biberlerinin közlenerek yoğurtlanmasından oluşan biberli, muhammara denilen cevizli biberler, sac oruğu ve taze yeşil salatalar, yöre narlarından yapılmış nar ekşisi ile marine edilmiş nane, maydanoz, semiz otu salataları, kıyma et kavurması ile birlikte sunulan çiğ köfte ve elbette özel taş fırınlarda pişirilen susamlı, küncülü kebap ekmeklerin süslediği, muazzam bir sofra başındasınızdır artık …Bütün tatların tek tek bıraktığı lezzetin keyfine varırken siz, sıcak servisi başlar; kırmızı biber, sumak, maydanoz ve kuru soğanın özel bir bileşiminden oluşan “zerzevat” eşliğinde sunulan;ister köfte denilen ve özel baharatlanmış kıymadan oluşan adana usulü olsun, ister kuşbaşı olsun, benzeriz lezzete kebaplar….Ayrıca sini kebabı (kasaplarca özel hazırlanmış kıyma et karışımının, özel tepsilerde kendi suyu ile taş fırında pişirildiği yemek) ve kağıt kebabı, keza Antakya usulü közde tavuk ızgara da, yöreye özgü başka yerde rastlanmayacak tatlar. Geleneksel Antakya yemekleri ve zeytinyağlılar da ; özellikle kabak borani, keşkek, numbar dolması , katıklı ekmekler de birer lezzet harikası…Ve künefe… odun ateşinde pişirilmiş, yöreye özgü, özel sünme keçi peyniri ile yapılan künefe… Bu anlatılmaz tatlar damağınızda; taş sokakların kıvrımlarına alışmışken ayaklarınız, bir kahve kokusu sarmalar sizi, eliniz zarif bir kapı tokmağına uzanır. İlk adımı attığınızda, size eşlik eden okşayıcı rüzgar, haylaz çocuk misali sizden önce içeriye kaçmış, kapıda dikilivermiştir. Kesme taşlarla kaplı geniş avlusu ile eski bir Antakya Evi durmaktadır karşınızda. İki katlı, taştan yapılı, kapıları ve geniş uzun pencereleri tahta işlemeli bu ev; ancak Safranbolu evlerinde rastlanacak güzellikte yüksek ve gösterişli tahta işlemeli tavanlarıyla, göz alıcı bir müzeye dönüştürülmüş; odalarda duvara gömülü şekilde yapılmış, oldukça geniş ve dikine uzun kanatlı yüklükler, özenle yerleştirilmiş aplikler ve cam raflar ile birer vitrin oluvermiş; Işıl ışıl, renk a renk.
Ateşin kumla dansından doğan parıltıyı; insanoğlunun gözündeki kamaşmayı, nefesindeki sürekliliği; sevginin, hüznün, yalnızlığın hatta gözyaşının topraktaki en güzel halini; insan emeğinin tarihe sığmayan evrimini anlatan gizemi; “cam’ı” sergiliyor… Bu gizem; Antakya Cam Evinde bin bir renk ve formda yüzyılların öyküsünü bugüne taşıyor.
Raflarda; küçüklü, büyüklü; pırıl pırıl; değişik dönem ustalarının elinden çıkma Antakya yeşil camından katremisler (kavanozlar). Kimi kalın boyunlu, kimi ince kuğu boyunlu; kimi çizgili tombul gövdeli, kimi sülün gibi ince, kıvrımlı…Antakya Tyche’sinin ( şehrin koruyucu şans tanrıçası) yüzünü taşıyan başlıkları ile, ayaklı ayaksız çeşitli formlarda gözyaşı şişeleri…Gözyaşının ruhunu, uğrunda döküleni içine almak istercesine incelip uzamış gibi duran, yeşilli kahverengili, ebruli, turkuaz… İnce, uzun çeşitli renk ve formda koku şişeleri, ilaç, zehir saklama kapları, kulplu kulpsuz amforalar. Antakya’nın kurucusu Selevkos 1. Nikotor’un sert bakışlı suratı ve vücudu şeklinde heykeller, başta Posedion ve Antakya Tychesine ait olmak üzere çeşitli rölyefler… Yüzükler, sikkeler, Roma, Bizans, Fenike dönemine ait Arkeoloji müzelerinde sergilenen bileziklerin, gözyaşı ve koku şişelerinin, ilaç, sıvı, zehir saklama kaplarının röprodüksyonları…Gözünüzün değdiği yerde; Posedionun kanatlarına takılıp, Akdeniz’e açılırsınız; Kybele’nin kucağındaki toprak zerresi olur, varlığa karışırsınız. insanlığın bin yılların ötesinden nefesini, ellerini ve terini duyumsar, gittiğiniz tarih sayfasından bugüne gelirsiniz. Bu güzellikleri gördüğünüzde, plastiğe yenik düşen bir dünyanın içimizden, kendimizden, ca(n)mdan koparıp götürdüğü binlerce yıllık bir değerin, yitmesinin hüznünü duyarsınız. Hüznünüzü, bu müzenin var olması sevinciyle sarmalar, camın sihrine bulanmış olarak, Müze içindeki ürün satış merkezinden aldığınız bir amforanın sıcaklığında, Antakya’nın sırlarını keşfe devam edersiniz.
Antakya’nın iki kilometre kuzeydoğusunda, Reyhanlı karayolu üzerinde Habib-i Neccar dağının uzantısı olan Haç Stauris dağının eteğinde, dünyanın ilk kaya mağara kilisesi olan St. Pierre Kilisesi’ne uzanır yolunuz. Hz. İsa’nın ölümünden sonra, havarilerinden olan St. Pierre’nin telkinlere başladığı ilk yer olan kilise; o dönemlerde Hıristiyanların olası tehlikelerden kaçmasını sağlayan ve dağın öbür tarafına açılan kaçış yolları ve dehlizleri ile oldukça etkileyici bir konuma sahip. 1983 yılında Papa VI. Paul tarafından Hıristiyanların hac yeri olarak kabul edilen Kilise de, her yıl 29 Haziran günü, yurtiçi ve yurt dışından gelenlerin yoğun katılımıyla St. Pierre Bayramı kutlanmakta olduğunu, size rehberlik etmeye çalışan muzip yöre çocuklarından öğrenirsiniz. Yüzünüzde bir tebessüm ile Kilisenin hemen yanındaki yamaca döndüğünüzde; mitolojide cehennem kayıkçısı olarak adlandırılan Haron’nun,, (İmparator Antiochus IV. döneminde kente yayılan veba salgını durdurmak amacıyla ilahlar için yontulmuş, ancak salgının durmasıyla yarım kalmış) kabartmasından size, yarım kalmışlığın utangaç eksikliği ile bakmakta olduğunu görürsünüz.Kilisenin yakınında Seleucos I.Nikator’un tarafından kurulan Antakya Kalesi ve on iki kilometre uzunluğundaki, üç yüz altmış kuleden oluşan surları gördüğünüzde, kenti bir gerdanlık gibi saran bu surlarda yanşan çatışmaları düşünür, kente doğudan geçişi sağlayan Demirkapı kalıntıları önünde, kendinizi zamanın tüccarları gibi hissedersiniz. Dağın zirvesine doğru yönelir, esintiyi arkanıza alır, karşıda Amonos dağlarının koyulaşan görüntüsünün önünde; altın gibi parlayan Asinin nazlı süzülüşü ile yeşilin muhteşem karışımından oluşan armoniyi izlemeye koyulursunuz.
Zamanın bu sihirli büyücüsünün sizi sarmaladığı gün başlangıcında, çağlayanlar bölgesi Harbiye ( mitolojik ismiyle Dafne) beklemektedir sizi. Asırlık çınar ağaçlarının gölgelediği, yeşilin tonlarının birbiriyle yarıştığı, ufukta görünen Akdeniz’e göz kırpan bu esintili tepelerin kucağındaki vadi, Helenistik ve Roma döneminin dünyaca ünlü sayfiye yerlerinden biri. Zamanın zenginlerine ait köşklerin, malikane ve tapınakların önemli su kemerlerinin ev sahipliğini yapan bölge, günümüzde; lüks otelleri, eğlence mekanları , akan şelale ve suların bahçelerini süslediği temiz aile işletmeleri, restoranları, çay bahçeleri ile ile bölgenin yerli ve yabancı turistlerinin en önemli uğrak noktası. Ulu çınarların gölgelediği vadiye uzanan yolu inmeye başladığınızda, çam, incir ve zeytin ağaçlarının kokusunu size taşıyan rüzgar; saçlarınızı karıştırır, büyüklü küçüklü şelalelerin uğultuları arasında su zerreciklerini yüzünüze taşır, serinliğin verdiği hoş bir ürpertiyle kendinizi suyun içine kurulmuş masaların dizili olduğu bir bahçede bulursunuz.Ayaklarınız suyun içinde , önünüze gelen tatların keyfini çıkarırsınız. Asırlık çınar ve defne ağaçlarının kapladığı gök yüzünde zaman asılı kalır sanki….Bu anı hafızanıza yazarak, yörenin el dokuması ipeklerinden, heykel ve mozaik atölyelerinin ürünlerinden alır, ustalığa hayran kalırsınız. Yayladağ’a çevirisiniz yolunuzu. Suriye sığınmacılarının yerleştirildiği yer olarak gündeme gelen bu güzel ilçe, ormanlık alanları, yaylaları ve tarihi dokusuyla büyüler sizi. Merkezde, bin yıllık Kasım Bey Camii görür, serinlemek için orman içindeki dinlenme yeri Devrente yönelirsiniz, sizi çam kokuları sarmalar. Deniz kıyısına iner, insanlığın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Karamağara da tarih öncesi izleri görür, Akdeniz’le hasbihal eder, el değmemiş bu kıyılarda oltanızı çıkarır, sabrın keyifli çıkmazlarını yaşar, balık tutarsınız.
Geniş ve modern çevre yolundan Samandağ’ a ( tarihteki adıyla “Selevkeia Pierra” ; Antioch kentinin limanı) yönelirsiniz. Keldağ ile Musa Dağı arasında, Akdeniz kıyısında, dünyanın en uzun sahillerinden birine sahip bu ilçe; narenciye ve yaş sebze üretiminde Türkiye’nin sayılı yerlerinden biri. Tarihi ve doğal güzellikleriyle büyülü bir atmosfere sahip. Merkez ilçeye dokuz km uzaklıkta, tarihi Selevcoslarla başlayan Selevkeia Pierra (Çevlik mevkii) Musa dağının eteklerine kurulmuş bir antik şehir. Selevcos Nikator tarafından Akdenize egemen olma isteğiyle kurulmuş olan bu liman şehirde, yerleşim çok daha eskilerde, MÖ.4500 yıllarında mağara yerleşimlerine dayanmakta. M.S 1. yy da; sel sularını yönlendirmek, limanın dolmasını ve su baskınlarını önlemek amacıyla Vespasianus’un başladığı ( M.s 69 ) ve oğlu Titus’un tamamlamış olduğu;( yüz otuz metresi kapalı, diğeri açık olmak üzere bin üç yüz seksen metre uzunluğunda, yedi metre yüksekliğinde, altı metre genişliğindeki ) tünel (Titus/ Vespasyanus tüneli ) eşine az rastlanır bir yapı.Tünelin deniz yönündeki girişini izleyerek; duvarları korumak istercesine kaplayan sarmaşıkların çizdiği desenleri, renk değiştiren kayaları ve daralan kısımlarında güneşin oluşturduğu renk harelerini izleyerek gizemli bir yolculukta bulursunuz kendinizi. Tüm ihtişamını koruyan bu tünelin üstünde, antik kesme taşlardan oluşan küçük geçiş yolları ve köprüler, görülmeye değer. Tünelin deniz tarafındaki girişinden sağa dönüp,defne, akasya ve iğde ağaçlarının dizili olduğu patikayı izlerseniz , yüz metre ilerde Anadolu kaya mezarlarının en güzel ve bozulmamış örnekleri karşılar sizi.Yüksek ve kayalık yerlere oyularak yapılmış, sıra sıra mezarların, içi içe dizildiği geniş mağaralar (beşikli mağara). Akdeniz’in ufukta menevişlenen, güneşten çaldığı ışıkla parlayan gümüş ışıltılarını izleyerek, Keldağın; tepsinden hiç eksik olamayan bulutların oluşturduğu hale ile, mağrur ve gizemli bir o kadar da meraklı bakışları altında, kıyıda sıralı bulunan lokantaların önüne gelirsiniz. Salaş ama temiz ortamlarıyla davetkar olan bu lokantalardan birine girer, mezeler ve zengin yeşillikler eşliğinde kömürde pişen balığınızı zevkle yersiniz.Dönüş yolunda kıyı şeridini izler; Hz. Hızır ile Peygamber HZ. Musa’nın buluştukları ve denize açıldıkları yer kabul edilen, Alevilerin, Sünnilerin ve Hıristiyanların kutsal saydıkları Hızır türbesine varırsınız. Beyaz kubbesi ile sizi karşılar, yerel ritüele uyarak etrafını üç kez tavaf ederseniz sizi sevdiklerinize kavuşturacağına, kazalardan koruyacağına söz verir!, sıcak bir ev sahibi gibi uğurlar sizi.
Sıralı lokanta ve pansiyonların önünden Musa Dağına doğru yönelir, Kapsuyu köyü civarında bulunan ve antik kentin kral mabedi olarak anılan Dor Mabedi kalıntılarını gezersiniz.Tüm şehri görecek hakim bir noktada, beyaz mermerden inşa edilmiş bu tapınaktan geri kalan sütün parçaları, başlıklar mermer altlıkları görür, Türkiye’nin tek (kalmış) Ermeni köyü olarak adından sıkça bahsedilen Vakıflı’ya doğru yola koyulursunuz.
Bir yanı ile incir, portakal, mandalina, kaysı bahçelerinin muhteşem görüntüsü, diğer yanıyla Akdeniz’in uçsuz bucaksız maviliğiyle sarmalanan bu köyün, geniş caddeleri, bakımlı güzel evleri , şirin kilisesi ve güzel dost insanlarıyla karşılaşırsınız. 1875 yılında kurulmuş olan ipek fabrikası binasının restore edilmesi ile dönüştürülen Kiliseyi gezer, bahçesindeki çamların gölgesinde dinlenir, birbirinden güzel kokuların ve okşayıcı meltemin serinliğinde, Franz Matscher’in; bu yöreyi ve insanlarını anlattığı Musa Dağında Kırk Gün romanın kahramanlarını arar, karşınızdaymış gibi onlarla sohbet eder, özlersiniz.
Köy halkının, ürettiği organik meyvelerden yapmış olduğu (özellikle patlıcan, ceviz ve portakal reçellerden), likörlerden, defne sabunlarından, bolca alır, bu anı gideceğiniz yere taşımak istersiniz. Köy halkı bu heyecanınızı görür,h er yıl Ağustos ayı ortalarında, çeşitli ülkelerden gelen konukların katılımıyla oldukça görkemli kutlanan geleneksel üzüm bayramı festivaline davet edilirsiniz. Sıra sıra dizili kazanlarda pişen keşkekin kokusu burnunuzda, kolkola çekilen halayların teri alnınızda, birlikte söylenen türkülerin tınıları kulağınızdadır artık. Geleceğe taşınan umudunuz çoğalır. Yola koyulur, Hıdırbey köyüne gelirsiniz. Çağıldayarak akan buz gibi sulara, geniş kocaman dallarını uzatarak serinlemekte olan bin yıllık çınar (Musa) ağacının gölgesinde, çaylarınızı yudumlarken, Hz. Musanın ölümsüzlük suyu ile yeşeren asası olduğu efasnesinin kahramanı olan, gövdesinin çevresi otuzbeş metreyi bulan bu tabiat harikasının ihtişamı karşısında, büyülenirsiniz. Altı kilise, üstü cami olan mabedi ile ünlü, Yoğunoluk köyünü ziyaret eder, Antakya yönüne doğru dönerken, Aknehir Beldesi yol ayırımından bir tepeye doğru yol alırsınız. Asi nehrinin beslediği bu bereketli topraklarda, yeşilin her tonun iç içe geçtiği pastoral bir tabloda yol alıyor izlenimine kapılır, doruğa varırsınız. MS.6. yy yapılmış, Terki Dünya Tarikatının en önemli temsilcisi kabul edilen St.Simonun adını taşıyan bir manastırdasınız.Bu kişinin bir sütun üzerinde kırk yıl yaşadığı kabul edilen yer olarak ün yapan manastır, sekiz köşeli bir avlunun ortasında doğal bir kayadan yapılmış bir sütunun bulunduğu, kiliseler ve müştemlattan oluşan doğu batı ekseninde haç biçiminde olan bir yapı. Buradan ayrılır, ünlü Köprülü Kanyonun bir benzerini barındıran çayı , çam kaplı yamaçları ve serin havası ile ünlü Batıayaz yaylasına düşer yolunuz. Bir kere daha büyülenir, güneş ve doğanın üzerinize sinmiş yaşam tutkusunu hisseder, termal Hamamat kaplıcalarının keyfini yaşamak için, Kumluya doğru yola koyulursunuz.
Güneşin ilk ışıklarını karşılamanın keyfiyle, keşifçi ruhunuzu yoldaş ederek, Reyhanlı’ya doğru yola çıkarsınız. Reyhanlı karayolunun yirmi ikinci km. sinde Tell Atçana Höyüğü karşılar sizi. Mö.15 ve 19 yy. ait saray ve tapınak kalıntılarının bulunduğu antik Alalah şehridir burası. MÖ.3400 yıllarından itibaren iskan edilmeye başlanan bu yer;, Mitani, Mezopotamya uygarlıkları ve geç Hitit kavimlerinin yerleştiği on yedi yerleşim tabakasından oluşuyor. İlçe merkezine geldiğinizde, Roma döneminde İmma adıyla anılan Yenişehir Mahallesine yönelirsiniz.Burada bulunan ve yeşil bir nazar boncuğunu andıran Yenişehir gölü kıyısında bir lokantada dinlenir zümrüt yeşili suların, salkım söğütlere söylediği müziği dinler, yörenin ünlü yemeği, tuzda pişmiş tavuk ile keyifle karnınızı doyurur, Reyhanlı- Halep asfaltına yönelirsiniz. Uzakta bir kule, size seslenmektedir. Gölgenizi alır yola koyulursunuz; karşınızda ,kırmızı sarı kesme taşlardan yapılmış Kasr-el Benet (kızlar sarayı) durmaktadır. Bizans dönemine ait olan yapıda, kare planlı yüksek kulenin kuzeyinde, nişler içerisine yerleştirilmiş çeşitli oda ve mezarlar ile su deposu ve güneyde bir kilise kalıntısı bulunuyor. Yolunuza devem eder, Cilvegözü sınır kapısına varırsınız,sınırın öte yakasındaki topraklara bakar, bu kapının yine barışa açılacağı zamanları diler, Yarseli Barajına doğru yol alırsınız. Güneşin rengini almış bu kırmızı toprakların, emekle yeşilin her tonuna bürünme serüvenini düşünür, bu sihirli dokunuşu kutsar, İskenderun yoluna döner, Bakras köyüne ulaşırsınız. Kızıldağ eteklerinde dizi ve filmlere mekan olan bir kale karşılar sizi. Bizans dönemi tarzına ait bu yapı, haçlılar döneminde Antakya Prensliğinin en önemli savunma noktasını oluşturmuş. Büyük bir iç avlu, kışlası, zindanları ve ayakta kalmış kuleleriyle görülmeye değer bu yaşlı tanığı belleğinize konuk eder,Antakya ‘ya doğru yola çıkarsınız. Akdeniz ışıltılıdır şimdi…Işıltıya kapılır,Samandağ yönüne ilerlersiniz, Çevlik’i geçer, yeni açılan toprak yoldan bakir koyların muhteşem güzelliklerini izleyerek ve Amanos dağlarının ların denize hınçla inen yarlarının görüntüsünden biraz ürpererek, tatil beldesi Arsuz’a varırsınız.
Bir çay ağzında ve Seleukos döneminin Rhosus antik kenti üzerine kurulu bulunan bu şirin belde yoğun yeşil doğasıyla, Kleopatra’nın yüzdüğü söylenen temiz ve güzel plajları, lezzetli yemekleri ve renkli gece hayatıyla sizi beklemekte. Çay bahçelerinden birinde dinlenir, sazlıkların gölgesinin düştüğü sulara bakar, yorgunluk atarsınız. Deniz ve kumun keyfini çıkarmanın vaktidir…
Dr.Neval Oğan Balkız
Hukukçu/Akademisyen