Bir Şiir: Mülteci Düşler
Düş Ülke’nin sıtması tutmuş beni ve künyem ayrılık
Dilimin kimliği yok, uyruğum nedir bilmiyorum!
Eski bir sandala sığınarak gecenin buhranından
Yollara çıkıyorum düşlenen cennetin gül hatırına
Esrarlı telaşını unutarak bilinmez yarınların
Ve zorlu badirelerini, binlerce kez hesaplayıp
Ve yalayarak göğsümdeki kılıç yaralarını, esrik
Kudurmuş denizleri aşmalıyım, gün avlusuna sabah doğmadan
Karanfil yapışmış gibi yakamda zifiri karanlıklar
Cebimde, şairini arayan el değmemiş bir mısra
Ve uçları yakılmış adressiz mektuplar, meçhul sevgiliden
Köpek havlayışları uzak kıyılarda kısık ve boğuk
Deprem sancısı mıdır, yıldırım çarpması mı nedir?
Durmadan yükseliyor içimdeki yabancı isyan
Çok uzun sürecek anlaşılan bu tufan ve zemheri
Sonsuz uzun sürecek seziyorum, kahır elzemdir
Yüzyıl mı desem bin yıl mı bilmem?
Çakılmış kıvılcım artığında tüm şehirler cehennem
Sevgililer boşuna bekleyecek, banklarda bıkkın
Denize yol veren heybetli dağların, granit yamaçları
İğneyle delinecek, en zayıf halkasından
Sonra, tedirgin bir kadın sığınacak duldasına
Lacivert kanatlı dişi kırlangıçların
Durmuş, bakıyor gözlerime süt dişleriyle
Neden bakıyorlar öyle şefkatli ve baygın?
Civar köylerin bîgünah çocukları!
Ve ekmek parasına takla atan çelimsiz martılar…
Düş Ülke’nin humması almış beni ve künyem ayrılık
Şafağına çok var bu Kent’te her taraf hüzün
Yabancı sulardan geçiyorum bir kaçak gibi sessiz s/edasız
Sekerek parmak uçlarımda, ruhumdaki kaostan
Dudağımda, mırıldanmış ezgilerden peyda sıcak bir leke izi
Bağırıyor babam, ardım sıra, yarı dargın, öfkeli
Gitmeyeceksin ey oğul! kalmalısın bu gece!
Her ne ise aklıma koyduğum, hiç düşünmeden
Yalvaran bir haykırışla bozuyorum suskumu
Hayır, gitmem gerek ey değerli babam!
Yol vermez sarp dağları, aşmalıyım tanyeri ağarmadan
Yarı mahmur güvercinler uçuşsun diye özgür ve kedersiz
Düşlerimin peşi sıra, yalınayak koşmalıyım
Göğsümde bir muska gibi sakladığım hazinem
İşte! benim suçlu parmaklarımla yazdığım mektup
Adsız coğrafyaların ücra bir köşesinde açıp okursun belki
Sala’m verilirken çifte şerâfeli minarelerden
Yağmurlu bir şafakta kıyıya vururum bakarsın
Morarmış cesedimin yanı başında güller ve diken
Durmuş, bakıyor gözlerime köpek dişleriyle
Niçin bakıyorlar öyle gâvurca ve düşman?
Uzak sancakların şu küheylân hırsızları!
Ve kefen parasına kurşun sıkan lejyoner askerler…
Düş Ülke’nin sancısı sarmış beni ve künyem ayrılık
Kızıl şafakları aydınlatan genç yüzüme tebessüm yasak!
Kıl ince bir sızı var, örselenmiş kalbimde
Şahmeran ağusudur, kusar süt damlasını
Umudun ve sevdanın yalınkılıç sesleri ki dağlarımda çığ
Nicedir s/aklımdasın ey sevgili Memleket!
Fesleğen kokuna hasret bırakma gayrı
Tüllenir göz bebeğimde her geceyarısı
Beynimin kılcalında seğirten katreler
Z/amansız rüzgarlarda devinen, bir yel değirmenidir içim
Yalazlı bir mahşer yeri ki korkunç
Direngen umutlara dirsek temasında gurbet
Tütün ve reyhan yaprağıyla süslenmiş göğsümü
Kutsanmış bir ekmek gibi, öperek alnımdan
Ve usulca konmuş daracık haznesine kefensiz
Bir peri kızının gümüşi kanatlarında galaksilerin
Helâllik dilenirim musalla taşına yatırılmış bir tabuttan!
Durmuş, bakıyor gözlerime ejderha dişleriyle
Nasıl da bakıyorlar öyle gaddar ve şehla?
Tekmil evrenin şu cehennem zebanileri!
Ve ölüm pahasına yol vermeyen, efsunlu karanlıklar…
Alpaslan Akdağ