Efruz Dergisi, Sayı 2
EFRUZ EDEBIYAT SANAT KÜLTÜR DERGİSİ
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Murat ÖZTÜRK,
Yayın Yönetmeni,
Hacı İsmail GÜLMÜŞ,
Ömer DİLBAZ,
Yayın Koordinatörü,
Gökhan ARSLAN,
Editörler,
Dilan BAYŞU,
Zeynep PEKER,
BÜŞRA ASLAN,
Nefise BAYGÜT,
Grafik Tasarım,
Ferdi DÜZCE,
SOSYAL MEDYA DANIŞMANI,
ELİF AŞKAN,
Karikatür,
Melisa DEMİRCAN,
Reklam ve Tanıtım,
Yunus KAÇAR,
Ekim 2020, Sayı 2
Bu Sayıda:
Cemalettin Şen, Murat Öztürk, Melisa Demircan, Tuğçe Topçu, Kevser Küçük, Sıla Eröz, Ayla Yayan, Serpil Tuncer, Saltuk Buğra Karadağ, Sevgi Boztoğan, Eda Uz Yılmaz, Ervanur Erdoğan, Prof. Dr. Aslı Uzbaş, Sühayil Aydın, Gökhan Arslan, Zeynep Peker, Dilan Bayşu, Muhammed Balaban, Ömer Dilbaz, Rıdvan Yıldız, Ali Haydar Balcı, Abdurrahman Arslan
EFRUZ’UN HİKÂYESİ
Efruz demek aydınlık demektir, aydınlatan demektir. Bizler edebiyat adına bir araya gelen bir sevda topluluğuyuz.
Mürekkebin değdiği her yerde bir iz bırakmak, o izi takip eden bir çift göze vesile olma niyetinde
olan edebiyat âşıklarıyız. Bir insanın en büyük gayesi hep en iyisini olmayı hedeflemektir,
lakin unuttuğu bir şey vardır; Mum ışığı etrafını aydınlatmadan kendine bir aydınlık vaad edemez. Bizler
mum ışığını küçücük bir umutla yaktık ve bizlere birçok şey çağrıştıran efruzu adak olarak kıldık.
Biz lise yıllarından itibaren tanışan 3 arkadaştık. Kendimizce şiirler, hikâyeler yazardık. Okul çıkışlarında yazdığımız hikâye ve şiirleri birbirimize okur, fikirlerimizi paylaşırdık. Haftada bir gün okuduğumuz kitaplar hakkında
tartışmak için bir araya gelirdik. Günlerimiz, yıllarımız bu keyifli anlarımızla geçerken
bir gün bir şey oldu. En hayalperesti- miz bir soru sordu: “Biz neden dergi çıkarmıyoruz?”
Gerçekten neden çıkarmıyorduk? Hepimiz derin bir sessizliğin içine gömülmüştük. Birkaç dakika
bu sessizlik sürdü.
Sonra biri “çıkaralım” dedi. Diğeri kabul etti ve hazırlıklara başlandı. Artık hepi- miz farklı şehirlerde, farklı üniversitelerde, yeni hayatlar içindey- dik. Yaptığı- mız hazırlıkların hepsi boş kutulara,
kitap raflarına kaldırıldı. Yine de hayalimizi diri tutuyorduk. Sonunda birimiz diğerinin yanına gitti. İki kişiydik
artık. Tıpkı lise yıllarında olduğu gibi her hafta bir araya gelmeye, şiirler, hikâyeler okumaya başladık.
Yaptığımız toplantılara üniversiteden arkadaşlarımızda katıldı. Çok kısa bir süre sonra sayımız 30’a ulaştı.
Sayımız artınca farklı şairleri, yazarları da sohbetlerimize davet etmeye karar verdik. Sohbetlerimiz çok
keyifli geçiyordu. Üniversitede son yılımıza gelmiştik. Hayat bizi farklı şehirlere sürüklemeden biz gönülleri
birleştirmeye karar verdik ve bir kez daha dergi hazırlıklarına başladık. Gönül erlerinden, edebiyat
dostlarından; şiire, öyküye, hikâyeye, sanata ilgisi olan her kesimden gelen eserlerimizle yolculuğumuza
başladık. İnsanlığın maddeleştiği bu çağda yeni bir yüz, yeni bir ışık olmak için bütün bu uğraşlarımız.
Bizler gelecek nesillerimize bir “Efruz” olmak için yoldayız.
Murat ÖZTÜRK
Dergiden bir öykü, Muhammed Balaban yazmış: Kanca
Bir garip olarak göçtü bu dünyadan Halil amca. Ardında bıraktığı sırları tek tek ortaya çıkarmaya kararlıydım. Oğulları çoğu şeyi biliyor olmalıydı. Gel gör ki mezarını ziyaret etmeye dahi kalkıp gelmediler. Ne yapsam etsem diye günlerce
düşündüm. Evinin anahtarı bendeydi. Ethem amcanın söylediklerini de değerlendirmeliydim.
Halil amcanın evine dönen yola girmiştim. Şu elektrik direklerinde lamba olmayışının nedenini de merak etmekteydim. Eve girip en son çay içtiğimiz masaya oturdum. Duvardaki antika saat halâ çalışıyordu. Hemen yanındaki bağlamayı görünce bir anda Halil amcanın vefat ettiği geceye gittim. Son bakışları bu bağlamaya yönelmişti. Acaba her şey bu bağlamada
mı gizliydi. Kalkıp yavaşça aldım duvardan. Belki bir not yazmıştır diye altına üstüne baktım ama kayda değer
bir şey göremedim. Yerine asmaya çalışırken elim duvardaki kancaya çarptı. Boş bir kanca idi. Bağlama asıldığında hemen arkasında kalıyordu. Kancayı incelemeye koyuldum, içimden bir his her şeyin bu kancaya bağlı olduğunu söylüyordu. Hususi olarak oraya konulmuş gibi duruyordu. Sağa sola çektim ama nafile. Evin tüm duvarlarında ki sıvalar kabarmış
fakat kanca etrafındaki kapı büyüklüğündeki alanda herhangi bir kabartı yoktu. Heyecanım giderek artıyordu. İşaret parmağımı büküp duvara vurduğumda arkasının boş olduğunu anlayabiliyordum. Arkadaki odaya attım kendimi. Duvarın hemen arkasına gelen kısım yaklaşık bir metre kadar öndeydi. Duvar ise boydan boya kütüphane idi. Çok eski kitaplardan
oluşan eşsiz bir kütüphane karşımda duruyordu. Acaba kitapların arasında Halil amcanın yazdığı bir defter var mıydı? Kendimi polisiye bir sinema filminin içinde bir dedektif gibi hissediyordum. Birkaç kitabı açıp baktım. Latin alfabesiyle yazılmış eserler değildi; bazısı Arapça idi, bazısı da Osmanlıca veya Farsça olmalıydı. Günlerdir açılmamış kitaplardan kalkan toz ve de eski kâğıt kokusundan dolayı dışarı çıkıp biraz hava almak istedim. Bahçedeki asmanın
altına oturdum ve nasıl bir plan yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Kancada kilitli kalmıştı düşüncelerim.
Kendimi iyi hissettiğimde içeri geçtim ve kendimi kancanın önünde buldum. İşaret ve orta parmağım ile kavrayıp bu kez kendime doğru çektim. Aman Allah’ım! Buraya gizli bir kapı koyulmuş. Beni daha çok şaşırtan ise o kapının iki raftan oluşan gizli bir kitaplığa açılıyor olmasıydı. Heyecandan terlemiştim. Kolumla alnımdan gözlerime doğru akan terleri silerken gözlerim keşfettiğim bu gizli kitaplıkta idi. “Hissettiğimiz her şey bizi bir gerçeğe götürür. Yeter ki hislerimize sadık kalalım.” Besmele çekip üst rafın en solundaki kitabı çektim. Kitap zannetmiştim. Meğer el yazısı ile
yazılmış günlük benzeri defterlermiş. Okuyabiliyordum. Asıl macera şimdi başlıyordu. İçim içime sığmıyordu. Çünkü Halil amcanın hayat hikâyesinin yazılı olduğu bir külliyat önümde duruyordu. Neden hayat hikâyesi dediğimi anladınız mı?
Elime aldığım ilk defterin ilk sayfasından, Sene 1950, Mayıs ayı,
Devamı gelecek…
MUHAMMED BALABAN