SAYI: 12
GÖLGE/DE KAHRAMAN
Göğün yüzünün bulutları, bir laciverdin imbiğinden katre katre geçip iniyordu yosunlu kaldırım taşlarına. Uğurlarken bir akşamüzerini, karşılamak üzere bir başka bulutlu sabahın içinde, şehrin ışıkları doğacaktı karanlığına yüreklerin, telaşesine insanların, acelesine hayatın, yabancılığına insanın insana. Hem yıldızlar sıkı sıkıya sarıp sarmalamıştılar göğün dışa vurmuş olduklarını, içine sığdıramayıp taşırdıklarını. Şimdi ıhlamurlar bütün zamanlara dökülüyor ve sokaklar ansızın tenhalaşıyor, ıslak ıslak kaldırımlar taşıtmaktayken nemini rüzgâra. Rüzgâr; kurak ve çorak ülkelerin birine, belki bir çöl ülkesine, güneşin eteğine, magmanın terlemişliğine kaldırımın nemini götürüyordu. Arklardaki sular döneduruyordu bir çemberin içinde, kendi içine dolanıyor çok kere ve kirler, çirkinlikler içerisinde umarsız, öylece yıllanıyordu. Bir eksik kahramanlaydı elimdeki resim.
Tanıdık bir alfabeydi, okunabiliyordu her yüzden akşamın telaşesi. Herkes kopuyordu mekânından ve sanki kaçarmış gibi bir bela-i musibetten şehrin arka sokaklarına doğru büyük adımlarla yol alıyordu insanlar. Herkeste bir tempo… rap rap, tak tak, tik tik, foşur foşur… Işte anlamında seslerin bir öykü, sessiz sedasız. Tel tel dökülmüş saçları kasketinin içinde, bir kürek mahkûmuna benzer öne eğilmiş başı, elleri çillerle kaplıdır ve aksayan sağ bacağı ürkütür sokağın küçük sahipleri çocukları. Bir ovadaydı köyü ve denizi ilk kez gördüğünde artık delikanlılık çağını çoktan geçmiş bulunmaktaydı. “Ne çok su, hemi de ne çok!” diye denize öylece bakakalmıştı. Yüzündeki çizgileri göstererek torunlarına hepsinin bir hatırası var derken yaşlı amcanın içinden biri parmağını kaldırır söz isterdi sahibinden. Hiç acımadan da açık açık söylerdi: hüznü boş yere kendine yoldaş seçmişliğini ve nedensiz melankolikliğini sahibine hatırlatırdı. Yaşlı amca da hatırlar; ağırlığını daha bir verirdi bastonuna. Yürüyordu ömrünün son baharında, ağırlığını yükleyerek yosunlu kaldırım taşlarına hep bir nizam, çokça intizam. Belli ki ömrü bu dem zindanıydı ve apansızın böyle derin derin soluklanmaları ondandı dört duvarın dördü birden ayaklanmış ve onun üzerine gelirmiş gibi. Rap rap!… rap da rap!.. Öyle sert, öyle katı bir ses… rap rap. Bir çocuk yorgun argın, aşmış geçmiş mayınlarını sokağın evine sığınıyor kapıda tak tak, bir de kapıdan tak tak!. Odanın ortasında saltanatını sürermiş gibi heybetli duran sobanın alevlenmişliğinden bir sıcak çocuğun yüzüne çarpıyor. Çıt çıt, çıt çıt.. azabı ateşin oduna. Odunun çilekeşliği ateşten ötürü.. çıt çıt! Saati geliyor yalnızlığın ding dang!.. ding dang! Bu kadar misafirliğim diyor bırakarak geriye hep tik tak! tik tak!
Içinde gezdiriyordu kırık zembereklerini. Zamanı hiçe saymışlığı ve adına fatihalar okutup bir yerlere gömüşü nedensiz yere içinde diriliyordu. Hastane koridorları.. cezaevi duvarları.. tel örgüleri sınırın.. karakollar… garlar… ve duraklar… geç de olsa ezberine almıştı, insan ancak buralarda kalsa duraklar.
Işinde gücünde, değil hiçbir zaman düşünde. Sabahında ayazın ve uykusunun en şeker yanında dürtükler onu biri: dit dit! Diiit diit! Ömrü oldukça da dürtükleyenin, öğrenemez bir başka cümle. Her sabah aynı ses diit diit; anlamda aynı kalk işine git!. Sırmadır saçları iki yandan örülü, memleketinden bir nişane kırmızılı yanakları, çakmak çakmak bakan gözleri. Küçük kız dilinde dillendire dillendire eskittiği bir aşk şarkısı, sekerek taşlı yollarda pat pat! pat pat gidiyordu. Kaldırımlar… kaldırımlar… kaldırımlar… üçlemeler düşe düşe, kanata kanata diz kapaklarını daha geçmemişken dünkünün acısı ah ah!! Kara bir kedi çıktı yoluna kızın. Ve istedi ki kapkara gözleri olan kızdan ona bakmasını. Bakınca istemeden de olsa kapkara gözleri olan kızın gününün kalan yarısını karaya boyamayı istedi miyav miyaav!! Kız bakmadan kara kedinin gözlerinin içine, kendi içine gömüldü bir kuyu buldu insiz.. ipsiz.. inceden suyun sızıntısında şıp şıp! şıp da şııp! Sırtını çevirmişti kaldırımın kara kedisine, kaderi vurdu kendini kedere. El ayaları sızladı, sanki ayağı sendelemiş de düşmüş, sanki elleri kanamış ve sanki annesi gelmişti, gelmişti de tentürdiyotluyordu o bağırmaklıyken, içindeyken kara bir kedinin kara talihinin ona bulaşabilme olasılığına bunca yakın. “Önce kanmış mıydım, yoksa kandırılmış mıydım, yoksa kanamış mıydım?” diye sordu bildiği bütün zamanlara hiç ayrım yapmaksızın haber kipiymiş dilek kipiymiş. Unutmadan da ıhlamurun döküldüklerini onlara da sordu nedenleri, nasılları, ne zamanları.
Yok sayıp kaldırımın kara kedisini bir adım daha attığında, henüz gün ışığının vurmadığı sokaklardan birinde rast geldi eski bir dosta. Gün daha yeni yeni ışıyordu ve o göğün tepesine vardığında küçük kız olmayacaktı ortalıklarda. Eski dosta öyle üstünkörü bir selam verdi. Dargınlık vardı aralarında ve derin bir sessizlik. Bir rüzgâr vardı elde ve az sonra göreceksiniz nelere gebe hu hu, huuu!. Küçük kız işine geç kalmamak için kısa aralıklarla saatine bakadursun öte yandan uzun, ince parmaklarını ovuşturuyordu. Soğuklar iyiden iyiye azmış; iliklerine dek işlemişti. Elleri ceplerindeydi zaman zaman soluğunu avuçlarına üfleyip ayaza durmuş ellerini ısıtıyordu ve öylece bakıyordu yolunun üzerindeki çınarların yalnızlığına, zamanın durmuşluğuna, çok şeye daha çook şeye… Martıların sesini duydu teşbihi yok. Ağlar atılacaktı denize, balıklar kaçmalı, kovalamacılı ve anımsadı bir romandan şimdi kalması gerekiyordu ağır ağır suyun üzerinde sudan kalan izler hareli bir günün kalan yarısına.ağları silkeledikçe yalnız balık değil daha balık balıkçıların kısmetine düşecekti. Düşerken kısmetine balıkçıların çok çok balık, kuşlar geçiyor olmalıydı şehrin üzerinden anlatmak için komşu denize nasıl öldüğünü çok çok balığın tek bir seferde.. Küçük kız şehre kulak vermeyi bıraktı biraz da dost dedi içinden. Onu dinlemek istedi. Dost suskundu, dilinde yaralar vardı. Küçük kız ona hayatının nasıl geçmekte olduğunu, hangi dolambaçlarda dönedurduğunu dili döndüğünce bir gayret anlatmaya çalıştı. Fabrikayı, makineleri, tak tukları, trrum trrumları, diit ditleri, kızgın demirlerin suya değdiğinde duyduğu cıızzzz seslerini ve uykusunda içine sakladığı bunca şeyin belleğinin ona nasıl bir ihanetle hiç unutturmadığını, güneşi görememişliğini ve güneş tepedeyken onun bir kuyuda yüreğini kuytulara bırakmışlığını anlattı. Yetinmedi dedi. “Dost göremem seni ne zamandır; bilirsin gün ışımadan çıkarım evden ve ben dönüyorken bu yollardan geriye sen çoktan geçer gidersin bu diyardan. Bilmezsin hiç, bilemezsin de içimdeki mahzende küflenmişliğimi. Içine işlemez di mi? Bilmezsin ki sensizliğin ne anlamlara geldiğini…”
Diline mühürler vurmuş olan dost başladı içindeki ağuyu boşaltmaya küçük kızın içine. Konuştu.. konuştu… susmak bilmeyen arılar gibi vızzz vızzz! konuştu. Küçük kız yanaklarının kızgınlıktan alevlenmişliğini hissetti cayır cayır. O küçük eller şimdi bir yumruk halini almıştı her an vurmaya hazır. Onu dinlemeyi bıraktı bir an ve yolunu değiştirdi. Bu yol fabrikasına gitmesi için hem daha uzundu hem de onun işine geç kalmasına sebep olacaktı; ama sözlerini bitirmeye ve zehrini kusmaya çalışan dost da bırakmadı peşini. Arkasından bağırıyordu:
-Tıkamasana kulaklarını. Unutma benden başka hiç kimse ömrün boyu sana bu kadar yakın olmayacak. Anla artık, sok kafana!
Küçük kız yakınına geldi uzak dostun ve tam böğrüne sapladı cebinden çıkardığı şeyi, uzak dediği dosta. Bir kara lekeydi uzak dost, yalnız ve yalın bir kara leke. Küçük kızın güneşle arasını bozan bir kara fitne. Ben demedim ona fitne. Küçük kara kız söyledi, ona saplarken bir keskin güneşi. Öyle bağırdı tekmelerken, sallarken yumruklarını karnına. Ben de şahit yazıldım tüm bu olanlara.
Gölgeler yanar ışığı görünce ve yandıkça ışır kendi içinde. Gölgeydi kahraman ışıkla ömrü yanan. O ışıktı ki kaldırımın kara kedisinin kendi kuyusundan kaynağını alan. Kimse unutmasın artık ve ders olsun hepimize gölgelerin kahramanlığının gölgede kaldığını.. Şşşşşt susun söylemeyin, duymasın hiçbir gölge bunu.. şşşştt… şşşt…