RÜYALAR – DÜŞLER
Rüyalar bir şey mi söylemek ister, yoksa günün yorgunluğunun atıldığı gecelerde zamandan, uzamdan bağımsız zorunlu bir yolculuk mu demektir?
Ne hiç bilinmeyen bir yerlerden haberler verirler, ne tanınmayan canlıları gösterirler… Kim bilebilir? Düşler nereden gelir, nereye giderler? Yanlarında ne getirirler, giderken ne götürürler?
Ayrı bir dünyaysa bu kadar mı kolaydır yolculuk? Şeçme şansı yoksa nedir belirleyen serüvenleri?
Gerard de Nerval’in Aurelia’sı “Rüya ikinci bir yaşamdır” diye başlar. Edgar Allen Poe’nun kasvetli dizelerinde “Gece adlı bir hayalet”in boyunduruğu altındaki bir “ülke”dir düşler. “Düş Ülkesi” acı çekenler için duru, dingin bir yerdir, “Bir attan ülke”dir… Ted Hughes atlardan yardım ister düşlerini anlatmak için. İsveçli ozan Lasse Söderberg’in düşleri “kardan”dır. Robert Desnos’un bir şiirinde sevgiliye kavuşturan dizelerdir, özlemi sona erdiren garantili bir çabadır düşlemek… İranlı şair Füruğ Ferruhzad’ın düşleri ise “yeşil”dir. Yalnızlığını arttırır mı, eksiltir mi bilinmez ama “ağaçların yeşil(dir) düşü”…
Özdemir İnce düşlerini sattığından söz eder başkalarıyla beraber… “Düşlerle Utanmak”tadır ama düşleri yine de mutludur halinden. Hicri Özgören, yaşadığı dünyanın kirlerinden o derece usanmıştır ki, umarı düşlerde bula bula yorulmuştur. Gültekin Emre’nin sanki seçme şansı yok gibidir “Düşkuyusu”nda…
Rüya ile düş aynı anlamlar için kullanılsa da, düş sözcüğü gelişen koşullarla birlikte sanki çok daha geniş bir alana yayılmıştır.
Çok kullanılan anlamıyla rüya’nın tek farkı sadece uykudayken görülmesi değildir. Rüya düşlerin aksine planlanmamıştır. Bir başka deyişle; uykuda görülen, önceden planlanmamış bir düştür rüya. Elbette ki yaşamımızın bütünü başlı başına bir plan ya da plansızlık olduğu anlamda, her rüya bir planın ya da plansızlığın parçası gibi düşünülebilir aynı zamanda. Ama örneğin hiç kimse Martin Luther King’in “Bir Düş Görüyorum” diye başlattığı hayallerini önceden planlayamaz. Yeni bir dünyayı kurmak rüyanın boyunu fazlasıyla aşabilir ama düş için çocuk oyuncağıdır.
Anadolu insanının onurlu bir savaşına fikir babalığı yapan Şeyh Bedreddin günümüzden yüzlerce yıl önce düşünmüştür rüyayı.
“… uyumakta olan bir kimse, düşünde ancak bildiği, gördüğü, işittiği, uyanıkken tasarladığı ya da bununla ilgili şeyler görür. Eğer düş, ruhlarla soyut varlıkların bağlantısı olsaydı, insanın düşte gördüğü şeyler arasında, hiç görmediği ve hiç işitmediği ya da hiç tasarlamadığı güzelliklerin kendileri ya da benzerleri bulunurdu. Oysa böyle şey olmaz, çünkü görüntüler hayal edilenlerdir” ([1])
Şeyh Bedreddin uykuda görülen düşleri çok güzel anlatmıştır gerçekten. Rüyasında kendisini aya giderken görseydi ulaşım aracı kesinlikle bir roket olmazdı örneğin. Roket henüz icat edilmemişti. Ama belki bir kuşun gagasındaki sepetle, belki Dadelus’un vücuduna yapıştırdığı kanatla yola çıkardı yola…
Peki, ne olmayacağı bu kadar açıkken, ne olduğu nasıl anlaşılacaktır? Yoksa yaşını başını almış ihtiyarların dedikleri mi? Ama onlar neler demez ki!
Rüyada ölü görmek cana can katar derler örneğin, su görmek iyidir… Yılan görmek uğursuzluk, kar görmek sıkıntı demektir… Günlük yaşamda karşılaştığımız her nesnenin (rüyalarda) ayrı bir anlamı vardır. Bulvar gazetelerinden, ağırbaşlılarına, romanlardan şiirlere, bilimsel makalelere dek bu anlamların peşinde koşar insanlar…
Mevlana, muradının olması için güzel yüzlü birini görüp görmediğini sorar. Atlıysa ve seni kucaklıyorsa, gülüyorsa ve el kavuşturuyorsa, ve şayet üç gün boyunca sabreder ve kimseye anlatmazsan, olacaktır der Mesnevi’sinde…
Uykuda görülen düşlerin yorumlanması için sayısız kitaplar yazılmış, sayısız araştırmalar yapılmıştır. Daha ilk rüyadan bu yana zihinler bir anlam çıkarmaya çalışmıştır gördüklerinden. Ne var ki somut bir saptamada bulunmak mümkün değildir.
Psikanalizin kurucusu Freud’e göre düşteki her nesne cinsel bir anlam taşır. Kişinin özlemlerini ve isteklerini dışa vurduğu bir dünyadır rüya.
İslam dini, tanrı sözü kabul eder onu… Yaşamın nasıl şekilleneceğini gösteren bir im’dir der rüya için. Hazreti Muhammed’e vahiyin ilk altı ay içinde rüyalarda geldiğine inanılır.
Deneme denince ilk akla gelen isim olan Montaigne gördüğü rüyayı akılda tutabilmek için gecenin bir vaktinde uşaklarına kendisini uyandırması için talimat verirmiş. Göreceği rüyanın ne olduğunu bilse, elbette ki deliksiz bir uykuyu tercih ederdi Montaigne.
Soyluluğun bir sınıf olarak can çekiştiği günlerin Rusyasında Oblomov’un düşü gamsız, tasasız, emeksiz, heyecansız bir yaşamdır. Oblomov, gerçek dünyada bir zamanlar fazlasıyla yaşamış ama artık asla yaşanmayacak günleri görür düşünde. Hiçbir saniyesi yabancı değildir yaşamına; ama yıldızlar kadar uzaktır.
İnsanoğlunun görüp görebileceği en güzel düşlerden birini yazan Thomas More da “Ütopya”nın her hecesinden haberdardır. Daha güzel bir dünya için yüzyıllar boyunca umut olmuştur onun düşleri. Emile Zola’nın Emek isimli romanında da emekçilerin kardeşçe yaşadığı bir kentin düşü vardır.
Ne var ki bütün düşler Ütopya gibi, Oblomov’un rüyası gibi güzel değildir. İnsanlığa en büyük kötülükleri eden düşler de vardır. Üstelik çoğunluğu sahtedir. Birileri istediği için görüldüğü sanılmış ve sonra Allah’ın emri gibi kan ve ter akıtılmıştır uğruna.
Zeus’un Agamemnon’a gösterdiği yalancı düş olmasa, bugün Troya uygarlığı insanlığa hizmet ediyor olacaktı belki de hala. Hasan Sabbah’ın fedailerine gösterdiği düşler olmasa bugün Ortadoğu çok farklı olacaktı belki de…
Öyle düşler vardır ki; ne rüyalarda görülürler ne de kişiye özeldirler. Bu düşler, bir otoriteyi, bir iktidar gücünü temsil eden kişiler ya da ideolojiler tarafından özene bezene kurgulanmış, geçtiği sayısız deneyimlerden işlevselliğini çoğaltarak çıkmış dayatma düşlerdir. Kendi yazgılarını kendileri saptayamayan yığınlar içindir onlar. Gücü ellerinde tutanlar, güçlerini sonsuza dek ellerinde tutmak için yığınları oyalayacak düşlere muhtaçtırlar. Şayet söz konusu güç bir devlet ya da devlet yönetimine talip olan bir başka otoriteyse, dayatma düşlerin hepsindeki ortak nokta yığınların daha güzel bir gelecek arzularına verdikleri yanıttır.
1950’lerin Türkiyesindeki dayatma düşlerin en sık görüleni “Küçük Amerika” olmaktır… 1990’ların ve 2000’lerin başlıca düşü ise “Avrupa Birliği’ne üyelik”tir…
Yazılı, görsel devasa propaganda aygıtları her faaliyetlerinde bu dayatma düşlerin bir sahnesini sergilerler. Hiç bitmeyen bir uyku, kesintisiz bir düş servisi sunarlar. Ne kişiden kişiye değişen ayrı bir yorum söz konusudur, ne de unutmak mümkündür.
Yığınların görmek zorunda bırakıldığı bu düşlerden uyanmak aslında hem çok kolaydır hem de çok zordur. Çok kolaydır birinin dürtmesi yeter. Çok zordur, dürtmek için bedel ödemek gerekir.
Şayet birileri çıkıp da dayatma düşlerin sahte olduğunu haykırıyorsa, ilk karşılaşacağı sorun düş gördürenin baskılarıdır. Çoğu zaman düşü gören de uyanmak istemeyebilir üstelik.
Yine de bunların hiçbiri gerçek düşleri kurmaya engel olmamalıdır. Her güzel günün gerçekleşme öyküsünün ilk adımında mutlaka bir düş vardır çünkü…
Uykuda görülen düşler de, güzel bir yaşam için kurulan düşler de tıpkı sahte düşler gibi insanlıkla yaşıttır. İnsanoğlu belki daha yüzyıllar boyunca rüyasında gördüğü nesnelerin peşinde koşacak, yaşamını biraz daha güzel kılmak için bir ipucu arayacaktır. Ama insanoğlu uyumadan gördüğü düşleri çoğaltmaya da devam edecektir bri yandan.
İnsanoğlu düşünen bir varlıktır. Bugün dünden daha iyi yaşıyorsa düşünceleri yani düşleri dünden daha iyi demektir. İyi bir düş kuran insan aynı zamanda bu düşünün gerçekleşmesi için emek harcamalıdır. Güzel bir düş zaten emek harcanmadan kurulmaz. Ama düşü kurmak için harcanan emek, düşü gerçekleştirmek içi kullanılmıyorsa o zaman sahte düşler insanları kandırmaya devam edecek demektir.
Her şeyin başı emektir!
Bu sitede ilginizi çekebilecek diğer kategoriler, bağlantılar
Blog Sahibinin (Kamil Akdoğan) Yazıları
Edebiyat Kültür Sanat Dergileri
Dergi, kitap, yazı, ürün gönderebilirsiniz