“Yüzyıllar boyunca sanatın beşiği ve dünyanın tanıdığı en muhteşem medeniyetlerden birinin merkezi olan Antakya“ (Gertrude Bell)
Werner Herzog’un yönettiği 2015 yılı yapımı Queen of Desert isimli filmde ünlü aktrist Nichole Kidman tarafından canlandırılmıştı seyyah ve casus Gerthrude Margaret Lowthian Bell. Film başarısız bir filmdi belki ama ülkemizi ve Antakya’yı çok detaylı bir haritayla adeta karış karış gezmiş bir sömürgeci uzmanın ağzından çıkan her söz elbette önemliydi.
Gertrude Bell, pek çok meziyeti olan sıra dışı biriydi, erkek egemen bir dönemin dünyasında kendine olağanüstü bir yer açmayı başarmıştı ama aynı nedenle günümüzde de yeterince tanınmadı. 1926 yılında Bağdat’ta kaldığı otelde aşırı dozda uyku hapından hayatını kaybetmişti. Mezarı da Bağdat’ta…
1868 yılında ünlü ve zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Çok iyi bir eğitim almış, Oxford Üniversitesi modern tarih bölümünü iki yılda birincilikle bitirmiş, nişanlısını Çanakkale Savaşında kaybetmiş, Ortadoğu’yu karış karış gezmiş, halkların dillerini, kültürlerini öğrenmiş, kitaplar yazmış, sanat tarihçi, arkeolog, dilbilimci, yazar, fotoğrafçı, haritacı, dağcı, müzeci… Ve aynı zamanda “Kut-ül Amara’da Türk ordusu İngiliz birliklerini yenilgiye uğrattığında Mezopotamya Seferi Kuvvetleri’ne katılıp Türklere kurşun sıkan” biriydi… 1921 yılında günlüğüne aldığı notlardan bazılarında; “Bütün sabahımı ofiste Irak’ın güneyindeki çöl sınırını çizmekle geçirdim”, “Irak’ın geleceğini sırtımda taşıyormuşum duygusuna kapılıyorum“ diyordu.
Yazının hemen başındaki fotoğraf onu hiç bilmeyenler için yeterli ipucunu verecek derecede açık aslında… Sağında İngiltere Başbakanı Winston Churchill, solunda Bell‘in “manevi oğlum“ dediği ünlü casus Arabistanlı Lawrance… Yıl 1921, Yer Mısır…
Winston Churchill’i bir yana bırakırsak her iki casus da dönemin ve Ortadoğu’nun en önemli figürlerindendi. İkisi de levantenlere, bölgede yaşayan Hristiyanlara ve Araplara hayranlık duyuyor, ikisi de Türklerden nefret ediyor ve ikisi de emperyalizmin Osmanlı’ya kaybettireceği topraklarda nasıl ve kaç tane kukla devlet kurmanın hesabını yapıyordu. Ortadoğu için çizilen bütün haritalarda onların kalemi, cetveli vardı.
Gertrude Bell 1920 yılında albay rütbesine yükseltilmişti Irak’taki isyan sırasında bölgede sömürge yöneticisi olarak görev yapan Sir Arnold Talbot Wilson‘ın siyasi danışmanıydı. 1 Haziran 1920’de babasına yazdığı bir mektupta Irak’ta Şiilerin ve Sünnilerin birlik çabalarından duyduğu kaygıyı anlatıyordu. 1923 yılında yazdığı bir başka mektupta ise Türklerin Irak içlerine yapacağı hareketten korktuğunu yazmıştı.
Gerthrude Lowthian Bell, Osmanlı imparatorluğunu güneyde parçalayan tüm hareketlerde bir biçimde bulundu. İngiliz emperyalizminin sadık bir hizmetçisi, gönüllüsüydü. Yaşadığı dönemde bölgedeki pek çok kabile tarafından sevilmiş ya da kendini sevdirmişti belki ama yaptığı şeylerin yol açtığı sonuçlar günümüzde de olanca sıcaklığıyla kendini hissettiriyor.
Banu Avar, Zemberek isimli kitabında GB’yi şöyle anlatıyor:
“Hatta bugünküne çok benzeyen “haberci”, “arkeolog”, “gezgin” maskeli ajanlar da bu topraklardaydı. En ünlüsü Lawrence’tır. Ama asıl onun hocası Gertrude Bell, geçen yüzyılın ilk kadın casuslarından biridir. Beli, Osmanlı İmparatorluğu toprakları içinden bir Irak çıkaran ekibin içinde en etkili olandı. Irak’ın başına Prens Faysal’ın geçirilmesini teklif eden oydu. İsrail devletinin Filistin topraklarına yerleştirilmesi çalışmalarına katkı sağlayan da. Bugün USAID’e verilen “kukla devlet yaratma” görevini yüz yıl önce Ortadoğu’da yürütenler arasındaydı.”
Cengiz Çandar ise Mezopotamya Ekspresi kitabında şunları söylüyor:
“Sykes’ın haritası diplomatik, Wilson’unki idari idi. Her iki harita da kamuoyunu, yani o harita üzerinde yaşayanların arzularını yansıtmıyordu. Aslında, her iki harita da gizliydi. Siyasi bakımdan kabul edilebilir harita, Wilson ve Sykes’ın aksine hiçbir vakit Parlamento’da görev yapmamış olan iki yazardan geldi – T. E. Lawrence ve Gertrude Bell; ama özellikle de Bell. Onların şansı, askeri durumun biraz daha değiştiği savaşın sonunda ve grip hastalığının Sir Mark Sykes’ı alıp götürmesi sayesinde gelecekti.”
Gertrude Bell, Osmanlı karşıtı insanların, fikirlerin toplandığı Şam’daki el-Nadi el-Arabi (Arap Kulübü)ne konuşma yapmak için çağrılan kişiler araısnda yer alıyordu . Bu toplantılara katılan diğer isimler arasında günümüzde Türkiye’nin güney sınırlarını çizen anlaşmanın mimarları Marks Sykes ve François Georges-Picot da olurdu. Yine bir diğer ünlü casus Lawrence da Gertrude Bell ile birçok önemli toplantıya davet edilmişlerdi.
Kitabın son iki bölümünde Antakya vardır ve bu bölümler bittikten sonra ve aynı zamanda kitabın sonunda bir Suriye haritası yer almaktadır.
Gerthrude Lowthian Bell, seyahatnamesi bir roman tarzındadır. Antakya’yı şöyle anlatır:
“Antakya ile daha fazla tanışmam ilk akşamın izlenimlerini yok etmedi. Dar, taş döşeli sokaklarda dolaştıkça daha da hoş görünüyorlardı. Çarşı olan ana cadde hariç, neredeyse bomboştular; Arnavut kaldırımlı yollardaki adımlarım yılların sessizliğini bozdu. Kırmızı kiremitlerle kaplı sığ alınlıklar tüm şehre büyüleyici ve çok belirgin bir hava veriyordu ve kepenkli balkonlar evden eve doğru uzanıyordu. Geçmişten neredeyse hiçbir iz yok. Putti ve çelenklerle süslenmiş ve tanıdık ve sanırım tipik Asya motifi olan aslanların boğaları yemesi motifine sahip iki güzel lahit Seraya’da duruyor ve bunlara benzer, ancak daha az gösterişli olan biri de Daphne yolunun kenarında. Ayrıca, bir Türk evinin avlusunda klasik bir entablatürün bir parçasını ve ana caddede Müslüman istilasından kesinlikle daha erken tarihli olabilecek bir duvar parçası gördüm; alternatif tuğla ve taş sıraları Akropolis’teki çalışmaya benziyordu. Geri kalanı için Seleukos Nikator’un Antakya’sı yalnızca hayal gücünün bir şehridir. Üzerine inşa edildiği ada, nehir yatağının değişmesi nedeniyle ortadan kaybolmuştur, ancak gelenek onu modern şehrin üstüne yerleştirir. Asi Nehri kıyıları muhteşem villalarla kaplı olmalıydı; bana, bir adam çamuru yeterince derin kazdığında temellerinin ortaya çıktığı ve sikkeler ve bronzlar gibi küçük değerli nesnelerin sıklıkla ortaya çıkarıldığı söylendi. Bunlardan birçoğu bana satış için getirildi, ancak bunların beceriksiz bir tür sahtecilik olduğuna karar verdim ve boş zamanlarını antika koleksiyonu yaparak geçiren bir Türk paşası olan Rifa’t Ağa tarafından fikrim doğrulandı. Bir dizi güzel Seleukos sikkesi var, daha önce en iyi Sicilyalı kadar iyi, daha sonra en kötü Bizans sikkesi kadar kötü ve birkaç bronz lamba, biri kıvırcık saçlı bir Eros başı şeklinde, Roma işçiliğinin güzel bir örneği. Ağa bana küçük bir baş verdi, bunun yüksek taçlı Antakya başının bir kopyası olduğunu düşünüyorum ve sadece kaba bir şekilde işlenmiş olmasına rağmen, büyük bir orijinalden ödünç alınmış bir ayrıcalığa sahipti”
“Gezgin, kilise ve meskenle ilgili yazıtları okuduğunda ve kuzeyde her zaman Antakya dönemine ait olarak hesaplanan tarihleri bulduğunda, burada arşitrav ve başlığına, pervazına ve ipine dokunanın Antakya’nın muhteşem eli olduğunu düşünmesi affedilebilir. kurs. Aziz Simon kilisesi yalnızca yerel çabalarla değil, tüm Hıristiyan dünyasının ünlü azizine bir övgü olarak inşa edildi ve muhtemelen yerel işçiler tarafından değil, Antakya’nın inşaatçıları ve taş ustaları tarafından yapıldı; eğer böyleyse, güzel Kalb Lozeh kilisesini aynı yaratıcı güçlere atfetmemek zordur ve Bakirha’daki doğu kilisesi gibi bir düzine daha küçük örnek benzer etkilerden kaynaklanmış olmalıdır.”
“Geride bıraktığımız yükselen arazi şimdi kayalık sırtlar ve doruklar halinde yükseliyordu, sağ tarafımızda yarısı sel sularıyla dolu geniş bir vadi uzanıyordu ve onun ötesinde muhteşem bir sıradağlar yükseliyordu. Bizans kulelerini ve soldaki sırtları taçlandıran duvarları görmemiz çok uzun sürmedi ve çiçekli körfezin çitleri arasından Antakya’ya giden Roma yolunun kırık kaldırımında tökezledik. Yol, kaldırımın üzerinden neşeyle akan Asi Nehri’nin bir kolu tarafından işgal edilmişti. Yüzyıllar boyunca sanatın beşiği ve dünyanın tanıdığı en muhteşem medeniyetlerden birinin merkezi olan Antakya şehrini biraz heyecanla seyrettim. Modern Antakya, giysileri sıska bacaklarına göre çok geniş olan bir pantolona benziyor; kale duvarları kaya ve tepelerin üzerinden tırmanıyor, kasabanın küçüldüğü bir alanı çevreliyor. Ama arkasındaki duvarlarla taçlandırılmış büyük düzensiz tepesi ve aşağı doğru uzanan kümelenmiş kırmızı çatılarıyla hala en güzel yerlerden biri Asi’nin geniş ve verimli vadisine kadar, depremler ve derenin değişen taşkınları alüvyonla kaplandı ve Yunan saraylarını alüvyonla kapladı. Yine de, gün batımında, kampımın kurulduğu Silpius Dağı’nın aşağısındaki Nusayri mezarlığının eğimli çimenliğinde durup hilal altındaki kırmızı çatıları gördüğümde, güzelliğin Antakya’nın devredilemez mirası olduğunu anladım.”
Kürt bağımsızlığı için harcanacak bir penimiz bile yok“