Öykü: Gerçek mi Olmalı? / Yazan: Gülten Ağrıtmış
Gülten Ağrıtmış
GERÇEK MI OLMALI?
Çalıştığım yerde sürekli tık tık tıklar. Alıştım artık seviyorum tık tıkları. Daktilonun sesleri adeta uyuşturucu almış insan gibi beni büyüleyip bambaşka dünyalara sürüklüyor… Belki bir daktilo yazan insanların bulunduğu iş yerine gitmişsiniz bilirsiniz önce bir rahatsızlık duyarsınız, sonra oradan ayrılmak bile size ölüm gelir. Bir çeşit telepati kurar sizinle bu tık tıklar. Sizi sizden alıp bir başka dünyaya sürükler. Bazen düşününce yorgunluğuna bile sokmaz sizi, tam tersine dinlendirir. Mest eder. Öyle bir odada biraz daha kalmak için bahaneler yaratır. Bazen bahaneler yarattığınızın bile farkında olmazsınız. Ya o tık tıkla yazan parmaklar. Hiç mi yorgunluk hissetmezler? Hissetmezler. Hissettiklerinde bile artık çok mutludurlar. Bu parmakları idare eden sinir dokuları emirleri oraya ulaştırırken gayet kendinden emindirler. Hiç tuş hatası yapmazlar. Yaptıklarında ise yeniden o tık tıklara ulaşabilmek için en seri hareketlerle devam ettirirler fonksiyonlarını. Gayet seri, gayet ritmik, hepsi birbirinden uyumlu on parmak.
Tık tıklarla beraber bu parmakları da görme şansına sahipse orda bulunan kişi sanırım o dünyanın en şanslı kişisidir artık.
Bu on parmakla neler yapılabilinir diyorum içimden…? Bu on parmak bazen her şeyi tutsak eder kendine. Oturduğum sandalyeyi, uzun süre tepemde yanan ışığı, benim boynumu ve ruhumu. Yo yo, ruhumu tutsak edemiyorum. Belki bütün sıraladıklarımı tutsak ediyor ama ruhumu değil. Tam tersine özgürlüğüne kavuşuyor mhum: Geziyor, tozuyor, göbek atıyor. Parmaklarım sadece tuşa basıyor. Sürekli belli bir ritimde basıyor.
Tık tıklar devam ediyor. Ne zaman ara versem, içimde dayanılmaz bir özlem doğuyor. İlk fırsatta bir şeyler yazmak için bahaneler bulup yine o saydığım nesneleri tutsak ediyomm kendime. Yazarken ne yazdığımı da bilmiyorum. Sadece yazıyorum.
O beyazlığa, ağaçtan olma kağıt parçasına tık tıkların sıraladığı siyah mürekkebi döküyorum. Bazen o siyah mürekkep anlaşılmaz bir çıkmaz sokak sıralıyor kendince. Bazense öyle güzel diziliyor ki ardarda, dizilen o güzelim cümleciklere hayran kalıyor insan. Böylesine bağımsız, böylesine kendi başına…
Geçtiğimiz gün biri daha yazıldı daktilo kursuna. Bir arkadaşım. Eskilerden. Yanıma beni ziyarete gelmişti. Bir yandan onla konuşup bir yandan da yazımı yazıyordum. Karşımda hafiften, kaybolup gittiğini fark ettim. Geri döndüğünde bambaşka biri olmuştu sanki. Eski “O” değildim. Kapıdan içeri girdiğinde ne demişti bana: “Görmeyeli ne kadar değişmişsin, güzelleşmişsin sen…” Gerçekten öylemi olmuştum. Demek değişmiş, güzelleşmişim… Ben de bir şeyler söylemek isterdim. Ne diyebilirdim peki; görmeyeli
yaşlanmışsın, çökmüşsün, ne bu halin kendini bırakmışsın. Seni gören de hiç mutlu değilsin sanır. Bu sözlerimi söylemem gerek. Gerçek olan bu sözler mi yoksa, yalanlan mı sıralamam gerek. Gerek! Ne gerek? Bunları dememek için parmaklarım yine tık tıklara yazdı bir şeyler. Dinledi beni, konuştuğum zırva şeyleri mi yoksa tık tıkları mı dinledi bilmiyorum ama karşımda oturan artık o değildi. Bambaşka biriydi. Gözlerinde ışık vardı şimdi. Yanımdan aynlırken en kısa zamanda daktilo öğrenmek istediğini söyledi. Gitti. Giderken sanki daha mutluydu. Onu mutlu eden tık tıklar mıydı, yoksa zırvaladığım onca abur cubur laflar mıydı bilmiyorum. Bilmekte istemi- yorum.
Oturduğum yerde yazıyorum. Ay sonu geldiğinde bana yemek yemem, üstüme bir şeyler almam, kiramı, su elektrik, telefon faturamı ödeyebilmem için bir miktar para veriyorlar. Hepsini ödüyorum. Kamımda doyuyor. Arada birde üstüme yeni bir şeyler alıyorum. Her sabah uyandığımda saçımı tarıyor, dudağıma ruj sürüyor, kaçan çoraplarımı bir tarafa ayırıyorum. Uzun tırnaklarıma sevgiyle bakıyor, bir çorabın daha canını okumasına kızmıyorum.
Her beyaz kağıdı doldurduğumda ve yeni bir beyaz kağıt takıp onu da doldurmaya başladığımda masama biri geliyor; doldurduğum o beyaz kağıtları teker teker alıp gidiyor. Ben onların doldurduğum her beyaz kağıdı alıp gitmeleri için tık tıklıyorum. O beyaz kağıtlara bazen gerçekleri, bazen yalanlan yazıyorum.
Bir gün masamda daktilomun sağ alt köşesinde biraz geride duran telefonum çaldı, istemeye istemeye uzandım. Telefonda bir ses merakla soruyor; “Yazdığın onca şeyi nereden bulup çıkartıyorsun” diyor. Sesinde biraz kuşku, biraz merak var.
Bazen aklımdan diyorum. Sanki inanmıyor, “insan ulaşamadığı şeyi yazabilir mi?” diyor. Yazabiliyor demek ki, diyorum. “Sakın başkalarından kopya ediyor olmayasın,” diyor. Ne desem inanmayacak belli. Baştan zaten kendini şartlamış. Yine de ısrarla aklımdan yazıyorum, diyorum. Her gün okurum senin köşeni, yazdığın hikayeleri, acaba dedim içimden hep yazdıkları başından geçiyor mu? Bütün bu anlattıkların oluyor mu, diyorum. Dayanamadım aradım, diyor. Der. Bazen oluyor, diyorum. Ama çoğu zaman onlar benim hayal ürünlerim, kaoslarım, diyorum. Kafası almıyor. İstediği cevabı vermediğim için sabırsızca biraz daha diretiyor. Yoksa okuduğunuz kitaplardan mı etkilenip çalıyorsunuz onları, diyor. Ne desem boş. Çünkü o tık tıkları duymadı. O bu tutsaklığı bilmiyor. Gelin, diyorum. İsterseniz bir gün beni ziyarete gelin, hoşnut kalırım, diyorum. Hoşnut kalmayacağımı bile bile sırf kendimi, doğruluğumu bilmesini istediğim için çağırıyorum. “Olur,” diyor. Seviniyor, telefonun öbür ucundaki ses. Sevinin bakalım… Gün soruyor. Söylüyorum. Hemen gelirim, diyor.
Geliyor. Karşımda şimdi. Merakla sözlerimi konuşmalarımı dinliyor. Bir yandan yazıyorum. Ayıpmış falan yok. Önce kabullenemiyor. İsterseniz ben gittikten sonra yazın dermiş- çesine bakışlar atıyor. Atsın. Huzursuz oluyor. “Meşgulseniz başka zaman gelebilirim,” diyor. Hayır, diyorum, rica ederim. Bana kesinlikle mani değilsiniz. Buraya her gün birçok insan girip çıkıyor. Bazısı mis gibi parfümler yayıyor. Bazısı bakımlı, bazısı kendine bakmaktan aciz, bazısıysa bıraktığı ter kokusuyla büyük marifet ettiğini sanıyor. Sansınlar.
Birazdan gitti yanımdan. Belki inandı, belki inanmadı. Ayrılırken; “Beni yanınıza çağırdığınız için teşekkür ederim,” dedi. “Şimdi sizi daha iyi anlıyorum.” Anlarsın tabii. İstersen anlama, istersen inanma. Ben inandırmak, anlatmak için bütün yolları denedim. Artık inanmasan da benim derdim değil. Benim derdim ne peki? Benim derdim; belki yok, hiç olmayacakta. Ben dertsiz insanım. Ben herkes gibi her şeyi dert etmem. Bazıları gibi, bazı şeyleri de dert etmem. Ben hiçbir şeyi dert etmem. Bunu başkaları zaten yeterince yapıyor.
Yapmayanlarda dert yaratıyor. Ben dert de yaratamıyorum.
Dert yaratanların yarattığı dertlere de aldırmıyorum. Nasılsa aldıranlar var. Onlar bu dertleri yok edeceklerine inanıp herkesi de inandırıyorlar. İnandırsınlar. Ben ne üretiyorum diye ilk defa kendime soruyorum. Bu sefer, biraz, kendimde farkındayım sorduğum sorunun. Ben ne üretiyorum? İnsanların bu beyaz sayfaya dökülenleri okuyup kimi zaman gülmesi, kimi zaman alay etmesi, kimi zaman da en acımasız eleştirilerle karşıma çıkması için ben ne üretiyorum. Ürettiklerime aldırıyor muyum peki? Yazdıklarım, o kendi başına sayfaya dökülen cümlelerime aldırıyor muyum? Aldırmak istiyor muyum? Bilmiyorum. Bilmesen de olur, diyorum.
Dolmuştayım. Yanımda biri oturuyor. Ama yanımda oturan biri mi yoksa bir koku mu diye, düşünüyorum. Bir koku, nerden gelir bu koku, aman tanrım! Öyle bir koku ki çekilir gibi değil. O kokuyu çekmek isteyenler çekiyor. Ben istemi- yorum. İniyorum. Bir başka dolmuşa el ediyorum. Orda da var bu koku ama daha az; daha bir iki günlük. Neden zahmet etmiyorlar, ayaklarına giydikleri çorabı değiştirmeyi veya geceden yıkayıp, sabah temiz çorap giymeyi. Tembellik mi?
Deterjan mı yok! Yoksa o kokuda benim tık tıklar gibi onlarda da bir bağışıklık mı kazandırdı?
Bugün biri var kağıtlarımda; çorabı kokmayan, temiz, bakımlı, düşünceli, üzüntü vermeyen biri. Bir mükemmel var kağıtlarımda. Aradığım mükemmelliği yansıtan biri. Sıkılıyor muyum yanında? Hayır. Ben ne zaman sıkıldım ki. Hiç sıkılmadım ki.
Sıkıldığım bir gün oldu mu ben farketmeden? Olmadı. Ol- mamalı. Sıkılmak niye? Üzülmek niye, terk etmek, dert yaratmak niye? Bu soruları sormak bile bir dertken, ben niye bu soruları sorar gibi yapıyorum kendime. Bana sormak, sorgulamak yakışmaz. Benim işim tık tıklamak. İster inansınlar ister inanmasınlar yazdıklarıma. Zaten yazılanları doğru dürüst okuyan kim kaldı ki! Kalanlarda eleştirme ihtiyacından mıdır, yoksa bir şeyler söylemek gerek düşüncesinden midir, nedir: Sırf bundan dolayı bir şeyler söyler sana. Söylediklerinin doğruluğundan da emindir hani. Okuyan şurası olmamış, diyorsa olmamıştır. Okuyan için bunu neden yazmış ne anlatmak istemiş önemli değildir. Önemlidir de yine de bir yerlerini söylerken yücedir, yazandan! Tık tıklarla muhatap olandan yücedir. Çünkü o yazılarını okuduğunda, okuma lütfunda bulunduğunda artık ulaşılmaz biridir. En büyük odur. Olsun.
Bir mükemmel var kağıtlarımda. Beni çağırıyor yanma. Neden gitmiyorum? Bende bir bakıma mükemmel değil miyim. Belki öylesin, belki değilsin. Ama o seni çağırıyor.
“Gel” diyor, “Senden benden bir çocuk getirelim dünyaya” diyor. “Ürettiğin bir çocuk olsun” “Hadi ne olur, hadi ne olur,” diye “Yalvartma” diyor. “Bir çocuk istiyorum. Senden,
benden mükemmel…”
istiyorsun. Ben istiyor muyum? Sormuyorsun. Hani mükemmeldin. Ne oldu mükemmellik? Hani ben de mükem- meldim. Neden sorgusuz kabul etmiyorum istediğini. “Yaşamaz” diyorsun “yazdıkların, tık tıkların: Bir kibrit yok eder hepsini,” diyorsun. Onca kitap, onca tık tıklar bir anda nasıl alev aldı ve yerinde kara bir kömür bıraktı, işe yaramaz, toz bir kömür. Üflesen havada bir yaprak.
Yaşamıyor, görüyorsun. Yaşayan bir şeyler istedim senden. Bir çocuk; büyüyecek, ergen olacak, genç olacak, istekleri dünyayı değiştirmek için, çırpınışları, düşünceleri olacak. Sonra birilerini sevecek, nesil devam etsin diye. O da başka filiz yaratacak. Olgunlaşacak, olgunlaştığını sanacak, ben büyüğüm, diyecek. Büyüyecek bir bastonu olacak. Ayağım ağrıyor artık deyip sevdiklerini görmek isteyecek. Tık tıksız bir dünyadan çekip giderken arkasında yine yeni filizler bırakacak. “Bir çocuk istiyorum senden… Sadece bir çocuk.” “Kim bakacak diyorum” sana. “İkimiz” diyorsun. “Emin misin?” diyorum. “Eminim,” diyorsun. “Ben çalışır para kazanırım. Senin yorulmana da gerek kalmaz,” diyorsun. “Ne biliyorsun benim yorulmak isteyip istemediğimi. Hem sen çalışıp kazanırsan çocuğa nasıl bakacaksın,” diyorum. “Para kazanacağım ya!,” diyorsun. “Para kazanmak şimdi çocuk bakmak mı oluyor,” diyorum. “Tabii,” diyorsun kendinden emin.” O zaman bende para kazanırım, böylece ben de çocuğa bakmış olurum.” “Olmaz,” diyorsun. “O zaman en az senin kadar benim de onun kıçını değiştirme, mamasını yedirme, uykusuna yatırma problemi çıkar. Ben bunu istemiyorum. Ben çocuk istiyorum,” diyorsun. “Artık daha fazla anlatmaya uğraşmak, konuşmak istemiyorum. Ellerimi çekiyorum tık
tıklardan. “Çekme diyorsun.”
“Seni seviyorum. Sana tapıyorum. Sensiz olmak istemi- yorum. Bak dinle beni. Dinle beni…” “Seni hep dinledim”, diyorum. “Sen sorumluluklarından kaçıyorsun.” “Sen de kaçıyorsun,” diyorsun.
Ben de kaçıyorum. Demek ben de kaçıyorum. Bütün sorumluluğu üstüme oluyorken bana sen de kaçıyorsun, dedin. Hayır sen hala mükemmel değilsin. Ben de değilim. Mükem- mel bir çocukta gelmez bu mükemmelsizlikten. Her geçen gün daha berbat bir nesil, daha bir bocalayan gençlik varken nasıl onların arasına bir tane daha ekleyebilirim. Yalnız tık tıklarımı istiyorum ben. Yaşayabildiğin yere kadar yaşayan tık tıklarımla, beyaz kağıda döktüğüm cümlelerimi istiyorum. “İşte işte!” diyor. “Mükemmel sandığın adam. Bazı gerçek-
leri hiçbir zaman, kimse silemez, kimsede değiştiremez. Kabullenmemen sadece senin için bir çıkmaz sokak olur. Yine de ısrarlarıma dayanamayacaksın.” “Hayır,” diyorum.
Bir sonraki sayfaya bekliyorum. O sayfada muhakkak çıkacak karşıma bir başka mükemmel. Belki bir gün çıkacak, belki de nükleer patlamalar olduktan sonra çıkacak o mükemmellik. Belki ben de mükemmel olurum o zamana kadar. Ne malum, diyorum. Biraz bildik, biraz ukalaca.
Öğle olmuş, karnımı doyuruyorum. Son yazdığım beyaz sayfayı da alıp gittiler. O da gitti. Artık yine kendimleyim. Yemeğimi yiyorum. Bir deste beyaz kağıt getiriyorlar masama. Bakıyorum beyaz kağıtlara, artık onlar benim kağıtlarım. Birazdan gerçek mi, yalan mı bilemediğim cümleler dökülecek ve yine gelip, alacaklar her sayfa bittiğinde. Belki yarın yine biri telefonla arar beni. “Var mıydı öyle biri. Nerede tanıştın,” der. Yalan olduğunu bile bile öyle, der. Desin. Onun için beğenmez belki bu yazımı. Beğenmesin. Belkide yazımdaki
erkek arar beni. “Nasıl eleştirirsin beni, ne hakkın var? Bilmi- yorsun, tanımıyorsun, tanıyamamışsın,” der. Desin. Nasılsa kağıtlarda kalıyor. Kalanlarda bana dert olmuyor. Çünkü ben sadece tık tıklarımla beraberim.
Boynum tutulmuş, belim ağrıyor. Ayağa kalkıyorum. Sandalyem sıcaklığımdan kurtulmaya uğraşıyor. Uğraşır, uğraşsın. Dert değil. Birazdan yine istemese de sıcaklığımla boğuşmaya devam edecek. Pencerenin önüne gidiyorum. Cadde de birçok insan. Bir kedi görüyorum. Onca insanın arasında bir kedi…! Bir kaç tane de telefon direkleri gibi sıralanmış ağaçlar! O kadar. Penceremi açıyorum. Odayı havalandırıyorum. On dakika kadar. Hava böyle mi kokardı, diyorum. Eskiden böyle mi kokardı hava! Arabalara, bacalara, vapurlara, trenlere, bütün bunlardan çıkan dumanlara bakıyorum.
Yeniden sandalyemde tık tıklarımla beraber buluyorum kendimi. Pencereyi açık bırakmışım. Beyaz kağıtlarımı alan, “İçeriyi soğutmuşsun,” diyor. Pencereyi kapatıp gidiyor.
Not: Gülten Ağrıtmış’ın bu öyküsü 1990 yılında düzenlenen Gönen Belediyesi Ömer Seyfettin Öykü Yarışması Özel Öykü Ödülünü almış ve yazarın 2016 yılında Baygenç Yayınları tarafından kitaplaştırılan Bengisu isimli öykü kitabında yer almıştır.
Gülten Ağrıtmış’ın diğer yazıları burada