CAN YÜCEL VE KÖY ENSTİTÜLERİ
Şiirimizin büyük isimlerinden Can Yücel’i (1929 – 12 Ağustos 1999) kaybedeli 10 yıldan fazla bir zaman geçti. O şimdi hep mekanı olsun diye istediği Datça’da yeri doldurulamayan tüm büyük ustalar gibi dünyayı seyretmeye devam ediyor hala.
Kimi zaman okkalı küfürlerle müdahale ediyor olan bitene, kimi zaman gülümsüyor.
Unutulmaz şiirlerinden birinde “şarabi eşkiyalardan başka” kimsesi olmadığını söylemesine rağmen, milyonlarca insan onun şiirlerini biliyor, severek okuyor. Ne çare ki hiçbir kalemin gücü o şarabi eşkiyaları, o en güzel yüz metre koşan insanları onun kadar güzel anlatmaya yetmiyor.
Che Guevara’dan, Mao’dan çeviriler yaptığı için üç yılını hapislerde geçirmişti Can Yücel. Oysa çektiği sıkıntılar bununla bitmeyecek, bir kitabı müstehcen sayılarak toplatılacak, hani o hep başbakan olan bir dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaretten yargılanacak; eti budu beş para etmez kimileri tarafından en ağır hakaretlere uğrayacaktı. Ama o yüreğindeki insan sevgisiyle gülüp geçecek, eleştiriyle mizahın ve dahi müstehcenliğin eşsiz armonisiyle kalemine sarılmaya devam edecekti.
Hayatında en çok babasını sevmişti.
HAYATTA EN ÇOK BABAMI SEVDİM
Ben hayatta en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü ha düşecek
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim
Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici – hep , hep acele işi
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezber ettim gurbeti
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a
Bi helallaşmak ister elbet , diğ’mi oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
O babası ki çağının devrimci fikirlerini bakanlık katlarına taşımış, tarihimize dönüp baktığımızda gururla andığımız Köy Enstitülerinin yaşama geçmesinde belirleyici rol oynamıştı. Sadece köy enstitüleri değil, başta üniversite reformu olmak üzere eğitim sistemimizde çığır açan birçok yenilik onunla gelmişti. Dünya klasikleri onun döneminde Türkçe’ye çevrilmişti.
(Hasan Ali Yücel bir köy enstitüsündeki uygulamalı tarım dersini denetliyor)
KÖY ENSTİTÜLERİ
17 Nisan 1940 tarihinde kurulan Köy Enstitüleri tamamen Türkiye’ye özgü, Anadolu’nun yoksul köylülerini eğitmek, üretken hale getirmek için atılmış dev bir adımdı. Bu projenin başında “çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” Hasan Ali Yücel vardı. O dönemin Türkiyesinde halkın çok büyük çoğunluğunun köylerde yaşadığı düşünüldüğünde bu projenin ne denli tutarlı olduğu anlaşılacaktır.
Köy çocukları bu okullarda öğrendikleri bilgi ve becerilerle kendi köylerine ya da başka köylere gidecek, o şansı yakalayamayan diğer köylüleri de eğitecekti. Bu hedef Köy Enstitülerinin faaliyet yürüttüğü 14 yıl boyunca büyük oranda gerçekleşti.
Üstünde başında doğru dürüst giyecek bir şeyleri olmayan, 20. Yüzyılın dünyasında, dünyamızın sahip olduğu deneyimin, kültürün en küçük bir biriminden habersiz Anadolu çocukları buradan mezun olup gittiklerinde beraberlerinde sadece öğrendiklerini değil, sadece başka köylerde okul kurmak için en temel araçları değil, kocaman umudu da götürüyorlardı. O güne dek hayatlarında kitap yüzü görmemiş, tek bir müzik enstrümanını duymamış çocuklar Gogol’ü, Shakespeare’i, Çehov’u okuyor; Akardeon, keman, mandolin çalmaya başlıyorlardı. Aşık Veysel köy enstitülerini gezerek öğrencilere bağlama çalmayı öğretiyordu. Kitap okumanın adeta unutulduğu günümüze bir fikir vermesi açısından söylemek gerekirse, köy enstitülerindeki her bir öğrenci her sene yirmi beş adet klasik eseri okumakla yükümlüydü.
(Bir köy enstitüsü orkestrası)
Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi çok sayıda edebiyatçı, düşünür bu okullardan mezun olduktan sonra ama ille de oradan aldıkları çağdaş, yurtsever, ilerici birikimle eserler verdiler.
1939 yılında Türkiye’de toplam köy öğretmeni sayısı 6847 iken, 1950 yılında bu sayı 18426’ya çıkmıştı ve bu rakamın 13182’sini köy enstitüsü çıkışlı öğretmenler oluşturuyordu. Bu öğretmenler gittikleri köylerde tarımın gelişmesinde, üretimin artmasında büyük katkılar yaptılar.
Ne var ki ilerici olan bir şey tarihin her döneminde ve dünya coğrafyasının herhangi bir yerinde olduğu gibi gericilerin saldırısına uğramak durumundaydı. Gericiliği temsil eden ulusal ya da ulusal olmayan her kim varsa, hangi örgüt varsa köy enstitülerine saldırmak için bir koldan harekete geçmişti.
Köy Enstitüleri her şeyden önce Amerikan emperyalizminin Truman doktrini ile başlayan yeni sömürgecilik politikaları önünde büyük bir engeldi. Ayakları kendi ülke toprağına basan hiçbir yönetimi eline geçiremeyeceğini çok iyi bilen emperyalizm, köy enstitülerinin kapatılmasını vereceği sadaka için koyduğu şartlardan biri yapmıştı. Kendi sınıfsal çıkarları bu şartla çok iyi birleşen toprak ağaları da saldırıya geçmiş, kendilerini temsil eden Demokrat Parti gibi siyasal güçleri harekete geçirmişti. Kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim görmesinden duyulan iğrenç rahatsızlık, “bu okullarda komünizm propagandası yapılıyor” gibi demagojiler, öğrencilerin ve müdürün tek tip kıyafet giymeleri, köylülerin okul yapımında “boğaz tokluğuna çalıştırılmaları”, öğrencilerin yönetime katılmasına gösterilen tahammülsüzlük gibi sayısız eleştiri, karalama, suçlama, dedikodu birbirini takip etmeye başlamıştı. Karşı devrim olanca hızıyla “Sovyet taklidi” bu halk kurumlarına saldırıyordu.
Bu saldırılar 1954 yılında amacına ulaştı.
Köy enstitüleri 14 yıllık muazzam bir deneyim olarak tarihin raflarına kaldırıldı. Ama elbette unutulmadı. Yetiştirdiği öğrenciler, o öğrencilerin çocukları, o amaca inanan başka başka insanlar o deneyimi yaşatmak için ellerinden geleni yapacaklar.
BU YAZI ODTÜLÜLER BÜLTENİNDE YAYIMLANMIŞTIR