Site icon Dergilerden, Filmlerden, Kitaplardan

“HAYATA DÖNÜŞ”ÜN 8. YILINDA 12 EYLÜL’ÜN YARGI’SI VE HAPİSHANELER

“HAYATA DÖNÜŞ”ÜN 8. YILINDA 12 EYLÜL’ÜN YARGI’SI VE HAPİSHANELER

650 bin diye telaffuz edilen ancak gerçekte çok daha fazla olduğu
sanılan  gözaltı sayısı, açılan 200
binden fazla dava, örgüt üyesi olmakla suçlanan yaklaşık 100 bin kişi, 500’den
fazla idam cezası; yurttaşlıktan çıkarılan 14 bin, iltica eden 30 bin kişi…
Sadece cezaevlerinde yaşamlarını yitiren
300’e yakın insanımız…

Uluslararası Af Örgütü tarafından hazırlanan 3 Ekim 1986
tarihli “Türkiye’de Siyasal Suçluların Adil Olmayan Yargılanması” başlıklı
raporda, askeri mahkemelerde yargılanıp ceza alan kişilerin sayısının 61 binden
fazla olduğu söyleniyordu. Dile kolay geliyor…

Diyarbakır, Mamak, Metris …

Direnişler, açlık grevleri, ölüm oruçları…

İşkenceler, işkenceler ve yine işkenceler… Ya da 12 Eylül…

1984 yılında artık cumhurbaşkanı da olan Kenan Evren’in
yaptığı konuşmalardan birinde söylediği “Asmayalım da besleyelim” mi?” sözü 12
Eylül’ün bütün karakteristiğini açıklamaya yetiyordu aslında. İdam edilenlerin
sayısı  50’yi bulurken “beslenen”ler için
E-tipi cezaevleri inşa edilmiş, diğer hapishaneler de işkence merkezlerine
dönüştürülmüştü. Bu cezaevleri tam bir askeri disiplinle, faşizmin en çıplak
yüzüyle yönetilmeye başlanmıştı. Bir yandan “karıştır-barıştır” türü
yöntemlerle sağcı-solcu tutukluları aynı koğuşlarda toplama işkencesi, bir
yandan eli kanlı faşistlerin birer birer cezaevlerinden kaçırılması… Bir yandan
sağ-sol kavgasını önleme demagojisi, diğer yandan sağın en baskıcı yöntemlerini
kullanarak sol’a yüklenilmesi…

“Koğuş kalk!” naralarıyla zifiri karanlıklarda uyandırılan
tutuklular, yataklarını “jilet” gibi yapmadıkları için, karşılarındaki er’e
“komutanım” diye hitap etmedikleri için, sayımlarda sıra sayılarını yüksek
sesle haykırmadıkları için, marşları ezberlemedikleri için vs. vs.. akla
gelebilecek herhangi bir nedenden dolayı kıyasıya dayak yiyorlardı. Dayak ve
işkence; tutukluları dize getirmek için kullanılan ilk yöntemdi ama son değildi
bir diğer yöntem ise Tek Tip Elbise uygulaması idi.  (Kuşkusuz adli tutuklular da 12 Eylül
koşullarında cezaevinde olmanın bütün ağırlığını omuzlarında hissetmişlerdi ama
faşizmin cezaevlerinde sindirmek istediği asıl kitle elbette ki siyasi
tutuklulardı)

1984 yılı Ocak ayında Metris cezaevinde yapılan bir
operasyonda koğuşlarda giyecek namına ne varsa toplanmış ve tutuklular idare
tarafından dağıtılan tek tip elbiseleri giymeye zorlanmıştı. Bu operasyona
tutuklular ölüm orucu ile yanıt vermişler ve dört tutuklu ölüm orucu sonrası
hayatını kaybetmişti.

12 Eylül’ün getirdiği sivil olmayan yaşamın adı
sıkıyönetimdi. Askerin sözü esastı ve devlet yönetimindeki tüm organlara askeri
üyeler yerleştirilmişti. Yargı mekanizması da doğal olarak en “sıkı”
yönetilmesi gereken yerlerden biriydi ve yargılama görevi askeri hakimlerin
görevlendirildiği sıkıyönetim mahkemelerine verilmişti.

Darbenin başladığı 12 Eylül 1980 sabah saatlerinde ilan
edilen sıkıyönetim askerlerin otoriteyi tam olarak ele geçirdiklerine kanaat
getirdikleri noktada yavaş yavaş kaldırılmaya başlandı. O kanaate Ankara’da
1985 yılında, Diyarbakır’da 1987 yılında varıldı..

Ne var ki yargı alanında sıkıyönetim mahkemelerinin “açığını”
kapatacak dolgu belliydi. Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM’ler)… Uzun yıllar
boyunca sadece ülke içindeki demokratik kuruluşların değil uluslararası sivil
toplum örgütlerinin, Avrupa Birliği’nin sık sık eleştirdiği Devlet Güvenlik
Mahkemeleri  kısa bir süre öncesine
varlığını sürdürdü.

DGM’lerde 2000 yılına kadar bir askeri hakim
bulunduruluyordu. 2002 yılında ise asıl olarak Avrupa Birliği’nin dayatmalarıyla
DGM’lerin varlıklarına son verildi. Öte yandan DGM’lerin yaptığı işleri
yürütecek mahkeme kurulması ihmal edilmedi ve kapatılan her DGM’nin yerine
sadece onların baktığı davalarda uzmanlaşmış birer ağır ceza mahkemesi eklendi.

O DGM’ler ise özellikle 1990’lı yıllar boyunca kendilerinden
beklenen görevi fazlasıyla yerine getirmişler, cezaevlerini siyasi tutuklularla
doldurmuşlardı. Bunun en doğal sonuçlarından biri hiç kuşkusuz sık sık gündeme
gelecek “cezaevi isyanları”ydı. Bu süreç aynı zamanda hücre tipi cezaevine
geçiş süreciydi ve  birbiri ardı sıra
yapılan “hazırlık” operasyonlarında çok sayıda tutuklu katledilirken yüzlercesi
de yaralanacak, sakat kalacaktı.

Eylül 1995’te İzmir Buca cezaevine özel timler tarafından
yapılan operasyonda 3 tutuklu öldürülmüş, elliye yakın tutuklu yaralanmıştı.

Ocak 1996’da İstanbul Ümraniye Özel Tip Cezaevi’ne yapılan
operasyonda dört tutuklu öldürülmüş, onlarcası yaralanmıştı.

Mayıs 1996’da hücre tipi cezaevlerine yönelik çalışmaları
protesto için başlayan ölüm oruçlarında ise toplam 12 kişi hayatını
kaybetmişti.

Eylül 1999’da Ankara Ulucanlar cezaevine düzenlenen
operasyon ise en kanlı operasyonlardan biriydi ve başkentte tüm dünyanın
gözleri önünde 10 tutuklu katledilmişti, onlarcası yaralanmış, sakat bırakılmıştı.

Ve 19 Aralık 2000…

“Hayata Dönüş”
Operasyonu

19 Aralık 2000 tarihi yakın tarihimizdeki en önemli
operasyonlardan birinin tarihidir.

Bu tarihte ülkenin değişik yerlerinde bulunan toplam 20 cezaevi
tarihe kara harflerle yazılan bir operasyonla basılarak içinde bulunan tutuklu
ve hükümlüler yeni yapılan F-Tipi cezaevlerine götürülmüşlerdir.

F-Tipi cezaevlerinin nasıl bir cezaevi anlayışıyla
yönetileceği, hangi fiziksel koşullara sahip olacağı,  proje ilk ortaya atıldığı günden beri
bilindiğinden doğal olarak nasıl bir tepkiyle karşılanacağı da sürpriz değildi.
Gerek cezaevlerindeki binlerce tutuklu gerekse de operasyonu düzenleyen güçler
uzun bir süredir adeta bu operasyonla yatıp bu operasyonla kalkıyorlardı. Zaten
operasyonun yaklaşmasına sayılı günler kala açlık grevi ve ölüm orucu
direnişleri başlamıştı. Ne var ki  kesin
bir direniş kararlılığı gösteren ölüm oruçlarının başlaması bile operasyonun
yapılmasına engel olamamıştı.

Ortak yaşam alanlarında kimliklerini sürdürmeye alışmış
binlerce siyasi tutuklu için “oda”, “hücre” ya da hangi adla adlandırılırsa
adlandırılsın F-Tipi tecrit mekanları doğal olarak kesin bir direnişle
karşılanması gereken bir yaptırımdı..

Binlerce tutukluyu koğuşlarından alıp F-Tipi cezaevlerine  götüren operasyon “Hayata Dönüş” operasyonu
diye adlandırılmıştı. Oysa ki “Hayata Dönüş” tam 32 kişi için hayata veda etmek
anlamına geliyordu. Ölenlerden ikisi askerdi ve daha sonra otopsi raporlarından
anlaşılacaktı ki ölen askerler kendi arkadaşlarının silahlarından çıkan
kurşunlarla hayatlarını kaybetmişlerdi.  Tutuklu ve hükümlülerin kaldığı betonarme
yapılar ise savaşta bile kapalı mekanlara atılması yasak olan gaz bombaları
kullanılarak bombalanmıştı. Kimi yerde ise tutuklular üzerlerine içeriği hala
bilinmeyen yakıcı maddeler atılmak suretiyle diri diri yakılarak öldürülmüştü.

Operasyonun sonrası ise çok daha acı bir bilanço
getirecekti.  Operasyon öncesinde
başlayan Ölüm oruçları büyüyerek devam edecek ve 21 Mart 2001’de Cengiz
Soydaş’la başlayan ölümler 122 saysına ulaşarak, 2006 yılına dek sürecekti.

Şimdi ölüm oruçları bitti, F-Tipi cezaevlerinden sonra
askeri operasyonlara gerek kalmadığı için toplu katliamlar da yaşanmıyor artık.
Son büyük katliamın sorumluları hakkında açılan dava ise “zaman aşımı” gerekçe
gösterilerek düştü . Ama cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısının Türkiye
tarihinde ilk kez yüz bini aştığı söyleniyor resmi makamlarca. Yüz bin kişiyi
öyle ya da böyle cezaevlerine iten düzen hiç şüphe yok ki 12 Eylül’den almaya
devam ediyor gücünü.

Kamil Akdoğan