“HAZİRAN’DA ÖLMEK ZOR”
“(…)
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!”
demiş şair
Bütün görkemiyle ortaya çıkan güzellikleri terketmenin zorluğundan mı hareket etmiş, yoksa o zorluğu en ince ayrıntılarına dek tahmin ettiği halde, herkesin başaramayacağını düşündüğü için mi böyle demiş, bilinmez.
Haziran’da yitip gidenlere bakınca besbelli çok haklı demiş…
Nasıl haklı olmasın ki;
Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmed Arif, Ahmet Haşim, Halide Nusret Zorlutuna, Cengiz Aytmatov, Mina Urgan, Nuri İyem, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dranas, Hasan İzzettin Dinamo, Tahsin Saraç, Kazım Koyuncu … Haziran ayında gökyüzünde ortaya çıkan ışık kümeleri gibi kayıp gitmişler…
Ve dahi şairin bilmedikleri ve dahi adlarını anımsayamadıkları ve dahi başka dilden konuşanlar… Ve dahi kendinden sonra yitenler…
Gece leylak ve tomurcuk kokarken kalplerin en seçkin köşelerine kaç yıldız asılmış, kimler düşmüş… Bir bir aklından geçirmiş olmalı şair.
En çok da Nazım’ı düşünmüş besbelli? Ustayı karlı bir kayın ormanında yürürken düşlemiş belki. Belki yurdundan uzaklaştıran motorun hızı ve gurbetin soğuk rüzgarı yüz kaslarını gererken son kez yeditepeli şehrine bakışını, belki Bursa mapusunda havalandırmaya ilk kez çıkardıklarındaki bahtiyarlığını…
Belki avaz avaz haykırmış bir şiirini hangi ruh haliyle yazdığını yaşamak isterken:
(…)
“vatan it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın
vatan mızraklı ilmühalse, vatan polis copuysa
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
yazın
üç sütun üstüne kapkara haykıran puntalarla
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala…”
Ve devam etmiş…
Ölene dek vatanını sevmeye devam etmiş usta… Tek isteği bir köy mezarlığına gömülmekmiş ölünce, “uyarına gelirse bir de çınar” ağacı istermiş. Hepsi o. Gece leylak ve tomurcuk kokarken yurdunda; dostlarına, kavga dostlarına, iş kardeşlerine, yoldaşlarına tek hecesiz bir elveda diyerek gitmiş, çok uzaklarda son nefesini vermiş…
Biri ise belki küçücük bir kız çocuğunun ürkekliğiyle kapıları çalıp imza isterken düşlemiş kendini. Biri bazen kapıyı çalanmış, biri bazen kapıyı açan. Ama çok kez de açmayıp yüzüne çarpanları anlamaya çalışmış bir diğeri…
Biri Orhan Kemal’miş. Nazım Hikmet’in kitaplarını okumuş dünyayı anlamak için belki. Onun şiirlerini seven pek çoğu gibi vatanını sevmeye devam edenlerdenmiş…
Büyük ustanın kitabını okumasını suç unsuru saymışlar da koymuşlar mapushaneye. Hem de yanına vermişler ustasının… Arada şiir de yazarmış, besbelli ustası gibi yazmak istermiş.. Çok şey öğrenmiş ondan; felsefe, Fransızca, edebiyat ve uymuş ustasının önerisine: Bırakmış şiiri, düzyazıya başlamış. Sonuç; Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi edebiyat denince ilk akla gelen isimlerden biri olmakmış… Sonuç; Ekmek Kavgası, Hanımın Çiftliği, Yazmak Doludizgin, Bereketli Topraklar Üzerinde, Sokakların Çocuğu ve daha onlarca ölümsüz esesr bırakmakmış…
Şair nereden bilirdi ki sanki o şiirini bir matematik teoremini ispat eder gibi örneklerin kendi ölümünden sonra da devam edeceğini. Ahmed Arif’in de prangalar eskittiğini duymuştu belki, onu terketmeyen bir sevda gibi sevdaya kendisi de tutulmuş olabilirdi…
Kaç kalem o kadar güzel anlatabilirdi Anadolu’yu sahi… Nuh’a beşikler veren, yanında Havva anayı dünkü çocuk gibi düşündürten… Köroğlu’yu, Karayılan’ı, Bedreddin’i, Pir Sultan’ı, Meçhul askeri bir kez daha dizeleriyle ölümsüzleştiren……
En ümitsiz görünen zamanlarda dahi dizeleriyle umut aşılayan,
“Öyle yıkma kendini
Öyle mahzun, öyle garip…”
Diye silkeleyen ve yapması gerekeni gösteren
“(…)”
“Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…”
O güzel insanlar o güzel sözleri yazıp da gittiler… O güzel sözler ise onlardan sonra gelen nice oğulun, nice kızın ezberinde durmakla kalmadı, onların giriştiği her işte, soyunduğu her kavgada, düştükleri her aşkta, yaşam şekillerini oluşturan çizgilerin, düşüncelerin özeti oldu adeta…
Onlardan sonra gelen nice oğul, nice kız daha güzel bir dünya için sarıldı o sözlere.
Kimi okulda defterine yazdı o mısraları, kimi sırasına. Kimi işkence odalarının duvarlarına kazıdı, kimi yorgun emekçilerin iş çıkışı gördüğü fabrika duvarlarına… Kimi sevdiğine gönderdi aşkını anlatmak için, kimi annesine babasına ulaştığı özlem dolu bir mektubun sayfalarında…
Zoru başaranları unutmayacak haziran…
Bu sitede ilginizi çekebilecek diğer kategoriler, bağlantılar
Blog Sahibinin (Kamil Akdoğan) Yazıları
Edebiyat Kültür Sanat Dergileri
Dergi, kitap, yazı, ürün gönderebilirsiniz