“HAZİRAN’DA ÖLMEK ZOR”
“(…)
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!”
demiş şair[1]
Bütün görkemiyle ortaya çıkan güzellikleri terketmenin
zorluğundan mı hareket etmiş, yoksa o zorluğu en ince ayrıntılarına dek tahmin
ettiği halde, herkesin başaramayacağını düşündüğü için mi böyle demiş,
bilinmez.
Haziran’da yitip gidenlere bakınca besbelli çok haklı demiş…
Nasıl haklı olmasın ki;
Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmed Arif, Ahmet Haşim, Halide Nusret Zorlutuna, Cengiz Aytmatov, Mina Urgan, Nuri İyem, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dranas, Hasan İzzettin
Dinamo, Tahsin Saraç, Kazım Koyuncu[2]…
Haziran ayında gökyüzünde ortaya çıkan ışık kümeleri gibi kayıp gitmişler…
Ve dahi şairin bilmedikleri ve dahi adlarını anımsayamadıkları ve dahi başka dilden konuşanlar… Ve dahi kendinden sonra yitenler…
Gece leylak ve tomurcuk kokarken kalplerin en seçkin köşelerine
kaç yıldız asılmış, kimler düşmüş… Bir bir aklından geçirmiş olmalı şair.
En çok da Nazım’ı düşünmüş besbelli? Ustayı karlı bir kayın
ormanında yürürken düşlemiş belki. Belki yurdundan uzaklaştıran motorun hızı ve
gurbetin soğuk rüzgarı yüz kaslarını gererken son kez yeditepeli şehrine
bakışını, belki Bursa mapusunda
havalandırmaya ilk kez çıkardıklarındaki bahtiyarlığını…
Belki avaz avaz haykırmış bir şiirini hangi ruh haliyle
yazdığını yaşamak isterken:
(…)
“vatan it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın
vatan mızraklı ilmühalse, vatan polis copuysa
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması
topuysa
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
yazın
üç sütun üstüne kapkara haykıran puntalarla
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala…”
Ve devam etmiş…
Ölene dek vatanını sevmeye devam etmiş usta… Tek isteği
bir köy mezarlığına gömülmekmiş ölünce, “uyarına gelirse bir de çınar” ağacı
istermiş. Hepsi o. Gece leylak ve tomurcuk kokarken yurdunda; dostlarına, kavga
dostlarına, iş kardeşlerine, yoldaşlarına tek hecesiz bir elveda diyerek
gitmiş, çok uzaklarda son nefesini vermiş…
Biri ise belki küçücük bir kız çocuğunun ürkekliğiyle
kapıları çalıp imza isterken düşlemiş kendini. Biri bazen kapıyı çalanmış, biri
bazen kapıyı açan. Ama çok kez de açmayıp yüzüne çarpanları anlamaya çalışmış
bir diğeri…
Biri Orhan Kemal’miş. Nazım Hikmet’in kitaplarını okumuş
dünyayı anlamak için belki. Onun şiirlerini seven pek çoğu gibi vatanını
sevmeye devam edenlerdenmiş…
Büyük ustanın kitabını okumasını suç unsuru saymışlar da
koymuşlar mapushaneye. Hem de yanına vermişler ustasının… Arada şiir de
yazarmış, besbelli ustası gibi yazmak istermiş.. Çok şey öğrenmiş ondan;
felsefe, Fransızca, edebiyat ve uymuş ustasının önerisine: Bırakmış şiiri,
düzyazıya başlamış. Sonuç; Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi edebiyat denince
ilk akla gelen isimlerden biri olmakmış…
Sonuç; Ekmek Kavgası, Hanımın Çiftliği, Yazmak Doludizgin, Bereketli
Topraklar Üzerinde, Sokakların Çocuğu ve daha onlarca ölümsüz eser bırakmakmış…
Şair nereden bilirdi ki sanki o şiirini bir matematik
teoremini ispat eder gibi örneklerin kendi ölümünden sonra da devam edeceğini.
Ahmed Arif’in de prangalar eskittiğini duymuştu belki, onu terketmeyen bir
sevda gibi sevdaya kendisi de tutulmuş olabilirdi…
Kaç kalem o kadar güzel anlatabilirdi Anadolu’yu sahi… Nuh’a beşikler veren, yanında Havva anayı dünkü çocuk gibi düşündürten… Köroğlu’yu, Karayılan’ı, Bedreddin’i, Pir
Sultan’ı, Meçhul askeri bir kez daha dizeleriyle ölümsüzleştiren……
En ümitsiz görünen zamanlarda dahi dizeleriyle umut
aşılayan,
“Öyle yıkma kendini
Öyle mahzun, öyle garip…”
Diye silkeleyen ve yapması gerekeni gösteren
“(…)”
“Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…”
O güzel insanlar o güzel sözleri yazıp da gittiler… O güzel sözler ise onlardan sonra gelen nice oğulun, nice kızın ezberinde durmakla kalmadı, onların giriştiği her işte, soyunduğu her kavgada, düştükleri her aşkta, yaşam şekillerini oluşturan
çizgilerin, düşüncelerin özeti oldu adeta…
Onlardan sonra gelen nice oğul, nice kız daha güzel bir dünya için sarıldı o sözlere.
Kimi okulda defterine yazdı o mısraları, kimi sırasına. Kimi
işkence odalarının duvarlarına kazıdı, kimi yorgun emekçilerin iş çıkışı
gördüğü fabrika duvarlarına… Kimi sevdiğine gönderdi aşkını anlatmak için,
kimi annesine babasına ulaştığı özlem dolu bir mektubun sayfalarında…
Zoru başaranları unutmayacak haziran…
Kamil Akdoğan
[1] Hasan
Hüseyin Korkmazgil’in Nazım Hikmet için yazdığı şiir,
[2] Nazım Hikmet (3 Haziran
1963), Orhan Kemal (2 Haziran 1970), Ahmed Arif (2 Haziran 1991), Ahmet Haşim
(4 Haziran 1933), Halide Nusret Zorlutuna (10 Haziran 1984), Cengiz Aytmatov
(10 Haziran 2008), Mina Urgan (15 Haziran 2000), Nuri İyem (18 Haziran 2005),
Cahit Külebi (20 Haziran 1997), Ahmet Muhip Dranas (21 Haziran 1980), Hasan İzzettin Dinamo (20 Haziran 1989), Tahsin Saraç (29 Haziran 1989), Kazım Koyuncu (25 Haziran 2005)