Site icon Dergilerden, Filmlerden, Kitaplardan

Suriye’de Bugünlere Nasıl Gelindi?

Suriye’de Bugünlere Nasıl Gelindi?
Türkiye’nin güneyinde yer alan ve 877 kilometre ile en uzun sınırı paylaştığımız Suriye tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor son yıllarda. Yüzbinlerce insan hayatını, milyonlarca insan evini barkını kaybetti iç savaş boyunca. Ülke şu anda dört parçaya bölünmüş durumda ve her yerinden bütün dünya barışını tehdit eden gelişmeler yükseliyor.
Antik Yunan’da “üç kıtanın buluştuğu yer” olarak adlandırılan Suriye, başını yüzyıllar boyunca savaşlardan kurtaramadı. Üç kıta üzerinde hükümranlık sürmek isteyen tüm güçler bir biçimde Suriye’ye el attı. Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar, Fransızlar, Amerika Birleşik Devletleri…
Çağlar boyunca üç kıtaya hükümranlık kurmak isteyen güçler değişti ancak üç kıtanın buluştuğu yerin stratejik önemi hiç eksilmediği gibi petrol kaynaklarına olan komşuluğu yüzünden çok daha fazla arttı.
1516 yılındaki Merci Dabık Savaşı’ndan sonra dört yüz yılı aşkın bir süre boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinde kalan Suriye, 1. Dünya Savaşı’nda Fransa tarafından işgal edildi. 16 Mayıs 1916 tarihinde Büyük Britanya ve Fransa arasında Çarlık Rusyası’nın onayı ile yapılan Ortadoğu’yu paylaşma anlaşması (Sykes Picot) ile Fransa egemenliği bu coğrafyanın her yanında kendini gösterdi. 1. Paylaşım Savaşı’nda müttefik olan Büyük Britanya ve Fransa’nın sadece kendileri için yaptığı bu anlaşma Sovyet Devrimi sonrasında Lenin tarafından deşifre edilince ittifakın diğer bileşenleri de anlaşmayı eleştirmişti.
Yine de 1946 yılına dek Fransız emperyalizminin sömürgeciliği altında kalan Suriye, bu tarihte bağımsızlığını ilan etmiş, 1961 yılında ise Mısır ile birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti içinde yer almıştı. 3 yıl süren bu birlik 1961 yılında dağılacaktı.
Ama Suriye’nin içerdeki ve dışardaki düşmanlarına bugün olduğu gibi koz oluşturacak, fırsat verecek çok sayıda eksiği ve zaafı vardı. Bunların başında da tüm Ortadoğu ülkelerinde görülen insan hakları ihlalleri ve demokrasi sorunu geliyordu. Arap milliyetçiliği ve sosyalist ideolojiden etkilenmeleri olan BAAS Partisi Suriye’de 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana iktidardaydı ve ülke yönetimi herhangi bir krallıkta ancak görülebilecek cinsten bir şekilde babadan oğula geçerek Beşar Esad’a gelmişti. Bu iktidar boyunca örneğin ülkenin kuzeyinde yaşayan Kürtlerin pek çoğunun kimliği dahi yoktu, vatandaşlık hakları verilmiyordu. Ülke nüfusunun çoğunluğunu Sünniler oluşturmasına rağmen Alevi bir azınlığın kilit yerlerde daha tercih edilir oluşu da Sünni kesim içinde huzursuzluklar, hoşnutsuzluklar yaratıyordu. Babası Hafız Esad döneminde başlatıldığı gibi ordu büyük çoğunlukla Alevi asker ve subaylardan oluşuyordu.
1967 yılında ise ülkenin güney batı ucunda yer alan ve biri İsrail olmak üzere üç ülkeye komşu olan Golan Tepeleri, 6 gün süren bir savaş sonucunda İsrail tarafından işgal edilecekti. 1981 yılında İsrail Golan Tepeleri’ni tek taraflı olarak ilhak etmişti.
“Arap Baharı”
“6 Gün Savaşları’nın acıları ve izleri çok da eskimiş değilken son yıllarda adına “Arap Baharı” denen ucube bir mevsimin iklimi sardı Suriye’yi.  2011 yılında nüfusunun 23 milyon olduğu düşünülen Suriye’de Birleşmiş Milletler tarafından yayımlanan bir bilgiye göre 2015 yılının Ağustos ayına kadar 250 bin kişi yaşamını yitirdi, yaklaşık 4 milyon kişi göç yollarına düştü.
17 Aralık 2010’da, Tunus’ta, Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan süreç zaman içinde birçok Arap ülkesine yayılmış ve son halka olarak Suriye’ye sıçramıştı. Bütün göstergeler yedi yıl öncesinde ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Condolezza Rice’ın Washington Post gazetesinde yayımlanan “Ortadoğu’yu Dönüştürmek” başlıklı yazısını   ve Büyük Ortadoğu Projesi’ni hatırlatmıştı.
Amerika Birleşik Devletleri’nde bir dönem dışişleri bakanlığı da yapmış olan Condolezza Rice’ın 7 Ağustos 2003 tarihli yazısında Ortadoğu’da dengelerin değişeceği 22 ülkeden söz ediliyordu. 24 Ocak 2004’te ise Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nda ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney yeni dönemin adını koyuyor ve Büyük Ortadoğu Projesi’ni açıklıyordu.  Artık Ortadoğu’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Gerçekten de o tarihlerden bu yana 22 ülkenin pek çoğunda dengeler değişti. Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali’nin başını çektiği 23 yıllık iktidar devrildi, 2011 yılında başını ABD ve Fransa’nın çektiği askeri müdahale sonrası Libya’da Kaddafi iktidarı devrildi, Mısır’da Temmuz 2013’te ilk kez seçimle bir cumhurbaşkanı iş başına geldi.
Bu Arap Baharının en büyük destekçileri ise Suudi Arabistan, Katar gibi demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir avuç kral ya da prensti. Bu blok Bahreyn’deki halk ayaklanmasını tanklarla bastırabiliyor ya da diğer Arap kardeşlerine müdahale etmeleri için açıkça Amerika Birleşik Devletleri’nden ya da Birleşmiş Milletler ’den yardım isteyebiliyordu.
Türkiye Suriye İlişkileri
Suriye henüz savaş bitmeden dört parçaya bölünmüştü. Bir yanda Esad rejiminin denetimindeki Suriye, bir yanda Kürt grupların denetimindeki Kuzey Suriye’de yer alan kantonlar, bir yanda IŞİD’in elindeki bölge, bir yanda ise diğer muhalif örgütler.
AKP iktidarı, Suriye’de başlayan ve bir iç savaşa dönüşen olaylar sırasında on yıllardır izlenen resmi politikaya ters bir biçimde savaşın taraflarından biri yanında açıkça yer aldı. Üstelik yanında yer aldığı taraf Suriye’deki resmi ve meşru iktidar değil cihatçı örgütlerin yer aldığı muhalif gruplardı. Amaç için, Suriye’de “halkına zulmeden Esed Rejiminin yıkılması” olduğu söylenirken arka planda Müslüman Kardeşler çizgisine paralel bir mahiyette mezhepçi bir bakış açısı yattığı dilden dile dolaşıyordu.
Kaldı ki henüz ucube bahar başlamadan önce Suriye ile olan ilişkiler en üst düzey yetkililer nezdinde birbirlerine “kardeş” denecek denli sıcaktı. Hüsnü Mahalli 2014 yılında kaleme aldığı “Diren Suriye” isimli kitabında “bahar” öncesi yapılan yurtdışı gezilerine ilişkin dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ve dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 10’ar kez ve Ahmet Davutoğlu’nun müsteşar ya da dışişleri bakanı iken en az elli kez Suriye’yi ziyaret ettiğini yazar.
Hal böyle iken her şey unutulmuş, özellikle 2011 yılında devletin resmi politikası tamamen Suriye’deki rejimin yıkılması üzerine kurulmuştu. Bütün düşünceler bu değişikliğin bir an önce gerçekleşeceği üzerineydi.
31 Mayıs 2011’de Suriyeli muhaliflere Antalya’da ev sahipliği yapılmış, Suriye Ordusundan kaçan Hüseyin Harmuş Antakya’da Özgür Subaylar Tugayını, Haziranda ise Riyad El Esad yine bir grup Suriyeli askerle Özgür Suriye Ordusu’nu kurmuştu. 16 Temmuz’da 400 kadar muhalif İstanbul’da toplanmış, 2 Ekim’de ise Suriye Ulusal Konseyi İstanbul’da kuruluşunu ilan etmişti.
AKP iktidarı “diktatörlükten kurtulmuş” bir Suriye’de Cuma namazı kılmayı hayal ediyordu ama son derece anti demokratik rejimler olan Suudi prensleriyle ya da Katar’la hiç alıp veremediği yoktu.
Ne var ki Suriye’de rejimin kısa sürede çökeceğine ilişkin hesaplar ilk darbeyi Mısır’da yedi ve Müslüman Kardeşler’in önemli isimlerinden biri olan ve halkoyuyla işbaşına gelen Cumhurbaşkanı Mussi bir darbe ile devrilerek iktidarı kaybetti. İkinci büyük darbe, meydanı boş bulan IŞİD’in genişlemesine asla izin vermeyecek Batı’nın operasyonlarıydı. Bu operasyonlar Esad rejimi için serum işlevi görüyordu. Üçüncü büyük darbe ise hiç şüphe yok ki Rusya’nın fiili olarak Suriye’nin yanında savaşta yer almasıydı. Nitekim bu aşamadan sonra Esad kaybettiği pek çok mevziiyi geri kazanacak hatta bir zamanlar iktidarı bırakmasını isteyen Batılı ülkeler bile muhatap olarak yeniden kendisini görmeye başlayacaklardı.
Kamil Akdoğan
(BU YAZI ODTÜLÜLER BÜLTENİ MART 2016 SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR)