Umudun Adıydı Gezi
Ülkenin bütün dertleri bitmiş de bir Topçu Kışlası kalmıştı. Yurdumun dağlarında, şehirlerinde can veren gençler, yüzde on ikileri bulan işsizler ordusu her gün yatıp kalkıp o binanın bir an önce yapılmasını istiyordu sanki.
Ama her şey ne sadece kimsenin duymadığı Topçu Kışlası projesiyle ne de Gezi Parkı’nda kökünden sökülen bir avuç ağaç için başladı. Çok daha fazlası hemen her gün güzelim yurdumun herhangi bir köşesinde görülüyordu zaten.
Her şey bir avuç çevreci insanın sokağa çıkması ile de başlamadı. Yüzler, binler her gün sokaklardaydı zaten.
Hani eskimekten tel tel dökülen bir köprünün üzerinden tonlarca yük geçer de köprü ayakta kalır. Ama sonra bir karıncanın ağırlığı teorik olarak artık tükenmiş o köprüyü yıkmaya yeter ya, işte Gezi Parkı’ndaki bir avuç ağacın katledilmesi tam da o karıncanın ağırlığı kadardı.
7 Mayıs’ta Gezi Parkı’nda bazı ağaçların yerlerinden sökülmesiyle başlayan süreç ilk günlerde belki gerçekten sadece bir çevre eylemi görüntüsü verdi ama ilerleyen günlerde iktidar cephesinden gelen inanılmaz derecede kışkırtıcı sözler, polisin son derece barışçıl gösterilere müthiş bir şiddet kullanarak saldırması ve hepsinden önemlisi bunun kendisinden olmayan bir yaşam biçimine devamı artarak sürecek bir intikam kampanyasının başlama işareti olarak görülmesi Gezi Parkı’nı asla bırakılmaması gereken bir kale haline getirdi.
Eteğinin boyundan, kulağındaki küpeye, okuduğu kitaptan dinlediği müziğe kadar her şeyine müdahale edilen bir gençlik; akan kandan, hayat pahalılığından, işsizlikten bunalmış, ağzını açıp da bir çift laf söylemeye korkar hale gelmiş, her fırsatta aşağılanmış, horlanmış milyonlar[1]; anasını da alıp gitmesi istenenler, tokat yiyen madenciler… Sanki hepsi bu anı beklermiş gibi Gezi parkında simgesini bulan özgürlüklerine sahip çıktı.
Bu öyle bir sahiplenmeydi ki, on yıllardır bilinen ya da belletilen bütün ezberleri bozmuştu. Gençliğin hiç de sanıldığı kadar duyarsız olmadığı daha doğrusu memleketin asla sahipsiz bırakılmayacağı cümle aleme anlatılmıştı. Bütün dünya bunu gördü, bütün teoriler bunu keşfetti. Tencere ile tava, zeka ile mizah, tutku ile irade, Çarşı ile Ultra Aslan, ateist ile dindar, maço ile transeksüel, kolejli ile varoşlu… Hepsi ama hepsi oradaydı ve üç beş hafta boyunca biber gazının kesif kokusunda ülkenin bütün renkleri bir araya geldi. Cuma namazını kılan insanların korumasını “solcu gençler” yaptı, bozkurt işareti yapan bir gencin yer aldığı karede bir başkası BDP bayrağını taşırken elinden tuttuğu kızın elinde Türk bayrağı vardı.
Bu öyle bir sahiplenmeydi ki, iktidar için her ne suretle olursa olsun mutlaka bastırılmak zorundaydı. Bunun için iki temel argümana sarıldılar: Şiddet ve yalan.
Öyle bir şiddet uygulamışlardı ki biri polis[2] on iki kişi hayatını kaybetmiş, otuz bir kişi gözlerinden olmuştu.
2 Haziran günü yayın yapan bir yandaş medya organı polisin gerçek mermi kullanmadığını savunuyor, “Böyle bir durum olursa ismi katliam diye adlandırılır,“ diyordu.
Abdullah Cömert “başına aldığı bir darbe” ile hayatını kaybetmişti. Onun öldürüldüğü gün olan 3 Haziran’da ise iktidar cephesinden iki farklı görüş ortaya çıkmıştı. Başbakan Recep Erdoğan “Tencere tava, hep aynı hava” diye gelişmeleri hor görürken, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “Demokrasi demek sadece seçim değildir, mesajlar alınmıştır” diyordu.
Mesajları alanlar belki gerçekten vardı ama ya güçleri yetmedi ya da bir köşeye çekilip olan biteni izlemekle yetindi.
Yandaş basının tarafı belliydi. Caminin bizzat müftüsü tarafından yalanlandığı halde içinde bira içtikleri demagojisini çarşaf çarşaf gerçeklerin üzerine örtmeye kalkmışlardı. Yalanı deşifre eden müftü ise bu çamur batağında elbette ki sürgüne gönderilecekti. 12 Haziran’da Ethem Sarısülük başından vurularak öldürüldüğünde havaya açılan ateşten söz ediyordu yalancı sayfalar. Oysa bir televizyon kameramanı tarafından çekilen görüntülerin analizi aynı şeyi söylemiyordu. Medeni Yıldrım Diyarbakır’da yine gerçek mermi kullanılarak öldürülmüştü. Ahmet Atakan ise Antakya Armutlu Mahallesi’nde kafasından gaz fişeği ile vurulmuş ve çatıdan düşüp hayatını kaybetmişti. Kaldı ki şiddeti kullananlar yeri geldiğinde plastik mermiye de ihtiyaç duymuyorlardı. Ali İsmail Korkmaz Eskişehir’de dövülerek, Mehmet Ayvalıtaş, üzerine sürülen bir aracın çarpması sonucu hayatlarını kaybetmişlerdi. İrfan Tuna, Selim Önder, Zeynep Eryaşar, Serdar Kadakal aşırı biber gazına maruz kalmaları sonucu kalp krizi ya da kalp yetmezliği tanılarıyla aynı ölümsüz kervana katılmışlardı. Son olarak Berkin Elvan terketmedi onları. Ekmek almaya giderken polisin attığı gaz fişeği ile vurulmuş ve sonrasında o da yaşama gözlerini yummuştu. Annesi kalabalıklara yuhalatılmış, 14 yaşındaki çocuk “terörist” ilan edilmişti.
Aradan dört yıl geçti.
Umudun adıydı Gezi, umudu artırarak çekildi.
Çekilirken Topçu Kışlası adı altında bütün halka dayatılmak istenen tahakküme okkalı bir şamar indirdi.
[1] İçişleri Bakanlığı 79 ilde yapılan gösterilere 2.5 milyon kişinin katıldığını açıklamıştı.
[2] Polis memuru Mustafa Sarı eylemlere müdahale ederken önlem alınmamış bir alt geçit inşaatından düşmüştü. (Kaynak: Sözcü Gazetesi)
Bu yazı ODTÜlüler Bülteni‘nde yayımlanmıştır.