BİR ÖYKÜ: ÇOK ÖZEL BİR BULUŞMA
Haziran ayının son günleriydi. Sıcaklar henüz daha bastırmamıştı… Çiftliğe yerleşeli bir hafta olmasına rağmen günler öyle çabuk geçmişti ki, sanki daha dün gelmiş gibi duyumsuyordu kendini.
Eğrice gölünün Sefa tepesine bakan kıyısında, büyük büyükbabasından kalma bir konaktı burası… Yüz sene kadar önce bir Rum aileye ev sahipliği yapıyordu ama Kurtuluş Savaşı sırasında terk edilmişti. Büyük büyükbabası yıllarca eski komşularını aramış, emanet ettikleri eve hiç dönmeyeceklerini öğrendiğinde en azından satın almaya çalışmıştı. Değerini tam karşılamasa da bir miktar para ödemiş, bunun için kendi oturduğu evi satmak zorunda kalmıştı. Böylece hem içi rahat etmiş, hem de biraz olsun sevindirmişti garipleri…
Pencereden göle bakarken bunları düşünmüyordu Nilgün Taraça. Aklı fikri ikinci cildindeydi yazdığı romanın. İşte bu sabah da erkenden başlamıştı ölçüp biçmeye. Kocaman evde tek başına kaldığı için şikâyetçi değildi ama özellikle geceleri az da olsa korkuyordu. Belki bu yüzden sabahları erkenden kalkıyordu. Gece saat on demeden vuruyordu kafasını yastığa, sabah beşi bulmadan kuş sesleriyle uyanıyordu.
Güneş, Sefa tepesinden kurtulduğunda en yakın çiftlikteki komşusu taze yumurta ve süt getirecek, açık havada nefis bir kahvaltı yapacaktı göle karşı… O gelene dek bir süre dolaşacak, sonra bilgisayarının başına geçecek, posta kutusundaki iletilere bakacak, günlük gazetelerin başlıklarını okuyacaktı.
Bütün bu işleri yaparken beyninin bir köşesinde Gülcan’la Olgun’un nasıl kavuşacakları sorusu çınlayacaktı yine.
Nilgün Taraça, yeni yeni ünlenen bir roman yazarıydı. Çiftlikte bulunmasının nedeni de buydu zaten… Şehrin gürültüsünde en zor yapılabilecek işlerden birinin kitap yazmak olduğunu söylerdi çevresine sık sık… Bu yüzden fırsat buldukça göl kenarındaki çiftliğe gelir, doğanın bütün dinginliğinin kalemine verdiği hızla yazmaya girişirdi.
Henüz tam karar vermemişti romanın sonuna. Yayıneviyle yaptığı anlaşmaya göre temmuz sonuna dek teslim etmesi gerekiyordu dosyayı. Gerçi gecikmelerden kaynaklanabilecek sorunlara yönelik bir esneklik vardı sözleşmede ancak okuyucular çok haklı olarak sabırsızlanacaklardı… İlk cilt yazın dünyasının altını üstüne getirmese bile, epeyce yankı uyandırmıştı. Bu kadarını ne kendisi bekliyordu ne de yayınevi… Belki de sırf bu yüzden ince eleyip sık dokuyordu bugün. Oysa şöhreti yakalamadan önce dilediğince yazıyor, insanların neler düşüneceğini dert etmiyordu… Şimdi ise işin rengi değişmişti. Omuzlarına binen yük sanki kolundan aşağı iniyor, kalem tutan elini engelliyordu. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu…
Şu anda gördüğü manzara o kadar güzeldi ki; Gülcan’a da Olgun’a da sitem etti içinden… Gözlerini suya dikip saatlerce boş boş oturmak istedi bir an. En temiz havanın ciğerlerini doldurduğu, en romantik orkestranın sabah senfonileri çaldığı bu köşeye ivedi bir iş için gelmişti oysa… Söylene söylene çıktı çalışma odasına…
İşte Bay Mavi muzır gözlerle bakıyordu kendisine. Çocukken en çok hoşlandığı çizgi film değildi sadece Bay Mavi. Yaşam biçimine uygun bir kişilik, belki de yıllardır arayıp bulamadığı bir sevgili, bir dosttu. Duvarlardaki posterleri, anahtarlığındaki maskotu çıkaralı uzun bir zaman olmuştu ama beş yıl önce bir trafik kazasında yitirdiği köpeğinin adı da Bay Mavi’ydi. Köpeği öldükten sonra bilgisayarının ismini değiştirmiş, o sırada elinin altındaki 486 AT’ye Bay Mavi adını takmıştı. Birazdan sohbete koyulacağı Pentium’a da aynı sevdiği isimle sesleniyordu altı aydır.
Boşluk çubuğuna dokunduğunda Bay Mavi’nin sevimli yüzü kaybolmuş ve günlük koşuşturmacanın başladığını gösteren postalar peş peşe dökülmeye başlamıştı açık yazıcıdan… Annesi, daha dün akşam ettiği telefonla yetinmemiş, bir de mesaj göndermişti. Kapıyı bacayı iyi kontrol etmesini söylüyordu yatmadan önce. Haftalık kitap dergisinin yayın yönetmeni ağustos ayı için bir yazı hazırlayıp hazırlamayacağını soruyordu… Romanın ilk cildini okuyan Levent isimli bir üniversite öğrencisi sevgilerini iletiyor, başarılarının devamını diliyordu… Bir başkası kızı Nilgün’e doğum günü hediyesi olması için imzalı bir kitap rica ediyordu… Fulya isminde bir büro çalışanı ise ikinci cildi merakla beklediğini yazmıştı.
Son iletinin rumuzu ise son derece ilginçti. Bay Mavi’ydi! Diğerlerinden epeyce uzun mesajı okuduktan sonra şaşkınlığı bir kat daha artacak, bu gizemli ama bir o kadar da hoş satırların yazarıyla yüz yüze konuşmak isteyecekti… Rumuz Bay Mavi, kafasında günlerdir evirip çevirdiği halde bir çözüm bulamadığı soruya yanıt veriyordu. Ama nasıl olurdu bu? Sadece bir olasılık olarak düşündüğü final, elinde ikinci cildin neredeyse tamamı gibi bir ipucu olmadan nasıl olur da bu kadar açık anlaşılabilirdi bir okur tarafından… Yazılarını pek çoğunun yaptığı gibi bilgisayarda tutsa, belki usta bir “hacker” [1]tarafından ele geçirilebilirdi romanı… Ama bilgisayar kendisi için de tutku düzeyinde bir araçtı aynı zamanda. Neyin nasıl olacağını çok iyi biliyordu. Nitekim yazılarını kareli bir deftere yazıyor, kendi belirlediği bir büyüklüğe ulaşınca diskete kaydediyordu. Bilgisayarda yazma işini yaparken bütün pencereleri kapattığı için, son model Pentium’u sıradan bir elektronik daktiloya dönüşüveriyordu… O halde Rumuz Bay Mavi kesinlikle bir korsan değildi…
Bu yargıya varır varmaz yapması gereken en doğru işin derhal onu aramak olduğuna inandı… Kısa bir hal hatırdan sonra, Olgun’un önerisine Gülcan’ın tepkisinin ne olabileceği hakkındaki düşüncelerini sordu… Mesajdaki adresi yazarak tıklattı… Yanıtın çabuk geleceğini düşünerek beklemeye başladı. Randevu saatinden birkaç dakika geciken sevgilisini bekler gibi sabırsızdı ekranın karşısında. Bir sigara yaktı, yanıt hala gelmiyordu. İkinci sigarası biterken aşağıdan bir ses duydu…
Fatma hanım olmalıydı. Ekranın başından ayrılmak zorunda kalacağı için üzüldü. Ama o arada yanıtın gelmiş olacağını da düşünerek sevindi. Aşağıya indi. Fatma hanım elinde küçük bir bakraç süt ve her zamanki minik yumurta sepetiyle gülümsüyordu…
Fatma hanıma kahvaltıya kalması için öneride bulundu ama bir yandan da kalmaması için dua ediyordu içinden. Böyle düşündüğü için utanmadı ne yazık ki… Fatma hanım her günkü kibar yanıtını verip uzaklaşırken, acaba asıl düşündüğünün o satırların yazarı mı olduğunu soruyordu kendisine… Yıllardır bu kadar heyecanlanmamıştı.
Günlerdir mektup bekleyen birinin posta kutusunu açarken gösterdiği sabırsızlıkla vardı bilgisayarın başına… İşte ekranda duruyordu bir ileti… Kesinlikle oydu…
Gerçekten de gönderdiği adresten gelmişti yanıt. Ama imza Bay Mavi değil, her haliyle gerçek bir isimdi… İletiyi baştan sona okuyunca bu satırların bir internet kafe yöneticisine ait olduğunu gördü. Rumuz Bay Mavi isimli kişinin büyük olasılıkla dün gece gelen kullanıcılardan biri olduğunu, kendisini tanımadıklarını yazıyordu. Eğer çok ivedi bir durum varsa savcılık izniyle kamera görüntülerinin kendisine izlettirilebileceğini de eklemişti mesajı gönderen.
Kısa bir teşekkür notu yazarak gerek olmadığını belirtti.
Ama bir yandan da müthiş merak ediyordu… Rumuz Bay Mavi mesajı dün gece 22.45’te Antakya’da Orontes İnternet Kafe’den göndermişti. Bu da merakının artması için bir başka nedendi. Demek ki Rumuz Bay Mavi aynı zamanda hemşerisiydi.
Aradan bir hafta geçti. Bay Mavi bir daha aramamıştı… Roman ise hala finalini bekliyordu. Bilgisayarın tam karşısındaki panoda Orontes Kafe’den gelen mesaj ikide bir göz kırpıyordu… Artık satır satır ezberlenmişti.
Oradaki olasılığı kendi de düşünmüştü ama birazcık fark vardı arada. Evet, ne yapıp edip Rumuz Bay Mavi’yi bulmaya karar verdi… Bu hızla telefona sarıldı ve Antakya’ya kalkan ilk uçakta yer ayırtmak için başvurdu… Telefonun öbür ucundaki ses Antakya’da havaalanı olmadığı için olumsuz yanıt verdi ama isterse Gaziantep ya da Adana’ya kadar uçakla gidip, oradan karayoluyla Antakya’ya geçebileceğini söyledi. Bir de Antakyalı geçindiği için kızdı kendi kendine ve niye Gaziantep dediğinin farkına bile varamadı. İki saat sonra Gaziantep’e doğru yol alan “külüstür” RJ 100’ün içindeydi…
Ankara’dan çok daha sıcak bir havayla karşılaştı indiğinde. Sıkıcı işlemler bitip de havaalanından dışarı adım atar atmaz ilk taksiye el kaldırdı.
Taksi şoförü, klasik sorusuna aldığı “Antakya” yanıtına çok şaşırmamış gibi davranmak istese de şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Arka koltuğa yerleşen güzel bayanın ciddi olduğunu anladığı halde “Hatay – Antakya değil mi?” diye sordu. Nilgün Taraça bu soruyu biraz ukalaca bulmuştu ama kısa bir muzip bekleyişten sonra “evet” dedi. Şoförün Hatay Antakya’dan başka Antakyalar olduğunu bildiğinden emin olsa, hiç düşünmez tokat gibi bir espri yapardı bu soruya ama bilmemesi çok doğaldı ve o durumda bir deliye bakar gibi bakma olasılığı yüksekti kendisine…
Şoför telsizden durağı arayarak Antakya’ya doğru yola koyulduğunu haber verdi… Telsizi kapattıktan sonra da cep telefonundan tahminen evini aradı ve ailesinden biriyle konuştu. Nilgün Taraça ise bu sırada dizüstü bilgisayarını açmış, sadece nüfus kâğıdında yazdığı memleketi Antakya hakkında bilgi ediniyordu.
Küçükken bir akrabasının düğünü için gitmişti bir kez. Beş sene önce de pasaport için… Bunun dışında hiç bilmiyordu baba diyarını. Ama babasının ısrarlarıyla nüfus dairesini değiştirmemişti.
Neden sonra şoför doğrudan söze girerek Anadolu’da Antiocheia isminde birçok yerleşim yeri olduğunu söyledi. Nilgün Taraça kısa bir şaşkınlıktan sonra insanlar hakkında önyargılı düşündüğü için kendine kızdı… Enikonu efendi birine benziyordu şoför… Üzerine vazife olmadığı halde adeta bir gezi rehberi gibi yolda gördüklerini anlatıyordu üstelik… Bu da yazarımızın çok hoşuna gitmiş, dizüstü bilgisayarını bile kapatarak şoförü dinlemeye başlamıştı. Arada kısa sorular da soruyor, her defasında tatmin edici yanıtlar alıyordu.
Sohbet doğallığında gelişti ve kimliğini gizleme gereksinimi duymadan tanıttı kendini… Şoför bu yazarı ilk kez duyuyordu ama sorusu mantıklıydı… Antakya’ya roman için mi gelmişti? Tamamen gerçeği söyledi… “Hem evet, hem hayır…” dedi. Yanıtı alan daha fazla üstelemedi… Yol boyunca bir kez mola verdiler. Bir süre de dalıp gitti gözleri… Uyandığında Bay Mavi’ye otuz kilometre kaldığını gösteren bir tabela gördü… Artık ormanlar geride kalıyor, şurda burda iki katlı, tek tük konutlar, biraz daha özenilmiş siteler boy göstermeye başlıyordu.
Kazasız belasız girdiler şehre… Efendi sürücü Antakya içinde gideceği adresi sordu… Gündüz caddesinde herhangi bir yerde durabileceğini söyledi yanıt olarak… Orontes İnternet Kafe bu sokaktaydı.
Sokağın başında bir yerde durdu araba… Bir uçak bileti kadar tutan ücreti ödedikten sonra teşekkür ederek indi aşağıya… İnternet Kafe’ye bir an önce gitmek istiyordu ama Antakya’nın havası çok hoşuna gitmişti. Karnının acıktığını anımsayarak ilk gözüne çarpan lokantaya doğru yürümeye başladı… Ne yiyeceğine uçaktayken karar vermişti.
Nefis Antakya kebaplarının üstüne yediği künefeyi bir an önce arkadaşlarına da anlatmalıydı dönüşte… Belki de son aylarda yediği en güzel yemekten sonra efil efil esen sokağa vurdu kendini yine… Burası Antakya’nın en büyük caddelerinden biri olmasına rağmen İstanbul’la ya da Ankara’yla karşılaştırıldığında hiç de büyük gözükmüyordu… Nitekim henüz iki dakika geçmeden Orontes Kafe’nin tabelasını gördü… Yol boyunca her haliyle yabancı olduğunu belli eden bu genç kadın çok sayıda göz tarafından izlendiğini bilseydi, bir an önce internet kafeye girerdi. Sanki Bay Mavi’nin kendisini algılayıp içeriye davet etmesini bekler gibi dolaştı durdu kafenin önünde. İçeriden, atari salonlarındaki uğultu yükseliyordu. Meraklı bakışların rahatsız edici temaslarını ayrımsadığında hızla girdi kafeden içeri… Çoğu çocuk yaşta gençlerin neşeli gürültüsü ve yoğun bir sigara dumanı dikkatini çekti ilk anda… Bu sırada camekânlı bir odadan takım elbise giyimli birinin kendisine baktığını gördü… Doğruca ona doğru ilerledi… Yanılmıyorsa yazıştığı müdür buydu…
Yanılmıyordu…
Kendisini tanıtarak fazlasıyla sevindirdi müdürü… Ardından bir hafta önce internet üzerinden yolladığı iletiyi ayrıntılı olarak anlatmaya başladı. Yakında tamamlamak zorunda olduğu roman için bu kafeden gönderilen mesajın ne derece önemli olduğunu, bu yüzden o mesajı ileten kişiyle mutlaka konuşması gerektiğini söyledi… Şayet kameralardaki görüntülerden bakma olanağı varsa buna çok sevineceğini ancak reklâm olmamak için savcılık izni gibi bir prosedürle uğraşmak istemediğini aktardı. Eğer iş savcılığa kadar yayılırsa basının bu olaya el atacağını, gereksiz bir sürü soruyla boğuşmanın sakıncalarını anlattı.
Arap kökenli olduğu konuşmalarından anlaşılan sevimli müdür kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra yandaki bilgisayarın başına geçti, oturması için nazikçe yer gösterdi Nilgün Taraça’ya… Birkaç komut girişinden sonra iletinin gönderildiği sıralardaki görüntüler ekranın sağ üst köşesinde belirdi önce, sonra tüm ekrana yayıldı ve ilk andan itibaren açık mavi takım elbiseli, siyah güneş gözlüklü, bir seksen boylarında ama yüzü seçilemeyen bir kişi bilgisayarın başına otururken görüldü… Bu görüntü sadece birkaç saniyelik bir görüntüydü, zira Bay Mavi bilgisayarı kullanırken sırtı tamamen kameraya dönük pozisyonda kalıyordu. İşini bitirip gittiğinde ise yine aynı açıdan görünüyor, yüzü kesinlikle seçilemiyordu… Bilgisayarın başında topu topu bir dakika kırk iki saniye kalmıştı. Jetonla çalıştığı için kafenin bir bölümüne uğramamış, işi biter bitmez ayrılmıştı…
Görüntülerden bu haliyle bir sonuç alınması olanaklı değildi. Kamera yazılımı da oldukça eski bir sürüm olduğundan her şey bulanıktı… Şimdi tek yapabileceği şey bu görüntüleri bir diskete saklayarak teşekkür etmekti… Bir süre de otelde inceleyecekti. Sevimli müdür bu son isteğini de yerine getirdi ve Nilgün Taraça sonsuz teşekkürlerle veda etti adama…
Birkaç dakika sonra önceden yerini ayırttığı Büyük Antakya Oteli’ndeydi. Akşam yemeğine kadar uzanacak, sonra hiç dışarı çıkmadan otelde yemeğini yiyecek ve odasına kapanıp Rumuz Bay Mavi’yi keşfe başlayacaktı.
Bu planı, elektronik postasına gelen acil birkaç mesaja yanıt vermek dışında eksiksiz uyguladı. İyisinden bir şişe şarapla birlikte evindeki bilgisayara bağlandığında saat 22’yi geçmişti… Birkaç adrese girdi çıktı ve aradığını bulmuş insanlara özgü bir göz pırıltısıyla kafedeki görüntüleri büyütmeye başladı program… Şimdi her şey çok daha netti, ancak yüzü önden görünmediği için Bay Mavi’yi çıkarmak olanaksızdı…
Umutsuzluğa kapılmaya başladığı bir anda Rumuz Bay Mavi’nin ceketinin sağ cebinden hafifçe dışarıya taşmış bir gazete gördü sanki… Bu cebi en açık gösteren kareyi elde ettiğinde siyah puntolarla “NTES” harfleri belli oluyor, altındaki satırda ise “iyat dergisi” sözcükleri seçiliyordu… İşte ilk ipucunu bulmuştu! Kadehini ekrana çınlatarak fondip yaptı sevinçten!
Büyük olasılıkla yerel bir edebiyat dergisiydi bu ve sadece bir kısmı gözüken derginin adı da “Orontes” olmalıydı. Bu tahmini doğru çıkarsa Rumuz Bay Mavi’yi bulması çok daha kolay olacaktı. En yüksek tirajlı dergilerin bile en fazla birkaç bin satış yaptığı koşullarda yerel bir derginin okuyucusu çok daha az olmalıydı.
İlgili sitelerde kısa bir tur attıktan sonra “Orontes”li iki tane yayına rastladı. İçlerinden bir tanesi aradığı dergi olan “Bizim Orontes” idi, diğeri politik bir gazete olduğundan devre dışıydı.
Saat 23’ü geçiyordu ama şansını zorlamak istedi. Resepsiyona bir telefon açarak dergiyi bulup bulamayacaklarını sordu. On beş dakika sonra “Bizim Orontes”in son dört sayısı elindeydi.
Artık her şey çorap söküğü gibi gelmeye başlamıştı. Son sayının orta sayfasındaki yazının başlığı “Son Romanlar”dı ve içinde uzunca bir bölüm Nilgün Taraça’ya ayrılmıştı. Bu satırlardaki üslubun bir hafta önce adresine gelen iletiye benzerliği tartışmasızdı.
Kadehini ağzına kadar doldurdu ve pencereye yanaştı… Aşağıda Orontes sanki yüzyıllardır bu kavuşmayı bekler gibi bakıyordu… Saygıyla uzattı kadehini ona… Bir süre göz göze geldiler… Sonra cep telefonunu çıkardı ve Ankara’ya en erken gidebilmek için uçağın nereden kalkacağını sordu. Yarın sabah Adana’da olması gerekiyordu.
Romanın ikinci cildi iki gün sonra hazırdı. Bir hafta sonra piyasaya çıktı ve kısa sürede tükendi ilk baskısı… Kitabı okuyan herkes final bölümündeki kavuşmayı konuşuyordu…
“Ve bir Temmuz sabahı, sular sonsuz bir özlemle akarken Akdeniz’e doğru, Olgun, bir defne dalıyla ilerliyordu köprünün ortasına… Orada kendisini yıllardır bekleyen bir sevgiliyi bulacaktı…”
Nilgün Taraça, 23 Temmuz sabahı tam belirttiği saatte gitti köprüye… Rumuz Bay Mavi’nin geleceğinden emindi. Yanılmıyordu…
Bu sitede ilginizi çekebilecek diğer kategoriler, bağlantılar
Blog Sahibinin (Kamil Akdoğan) Yazıları
Edebiyat Kültür Sanat Dergileri
Dergi, kitap, yazı, ürün gönderebilirsiniz