BİR ÖYKÜ: SELEVKOS SİKKELERİ
Serkan, dönem sonu projesini seçerken hiç zorlanmamıştı. Birçok arkadaşı bu işi son güne kadar savsaklayıp ordan burdan aldıkları gelişigüzel metinleri proje diye sunmaya kalkarken, o; yapacağı çalışmanın tamamen kendi ürünü olmasını özellikle istemişti. Tarih bölümü öğrencisiydi ve bu bölümü isteyerek kazanan sayılı öğrencilerden biriydi. Hocaları da bunu biliyordu ve ona özel bir yakınlık gösteriyorlardı.
Proje listesinin çoğu ilgisini çekse de özellikle bir tanesi çok hoşuna gitmişti. Selevkos Sikkeleri…
Serkan’ın bir diğer özelliği de doğup büyüdüğü şehirdeki bir üniversitede okuyor olmasıydı. Bu yüzden kendini çok şanslı hissediyordu. Ailesinin yanındaydı, sevdiği topraklardaydı ve aşk derecesinde ilgi duyduğu bir eğitim görüyordu.
Tatilin henüz ikinci gününde müzeye atmıştı kendini. Daha önce de defalarca gelmişti buraya ama şimdi ilk kez araştırma için geliyordu. Harçlığından arttırıp da satın aldığı dijital kamerayı da yanında getirmişti. Asıl gitmek istediği reyonu adı gibi bildiği halde, tekrar tekrar gördüğü tarihi eserlerin önünde duraksamadan edemiyordu. Konusunda dünyanın en iyi birkaç müzesinden biriydi burası ve o gün çok kalabalık olmadığına içten içe sevindi.
Selevkos sikkelerinin bulunduğu bölüme geldiğinde ilk önce hızlı bir biçimde hepsine göz atmayı düşündü. Projesini en fazla ilgilendiren camekanlı bölmenin önünde iki kişi vardı. Biri her haliyle yabancı olduğunu belli ediyordu, diğeri ise özel üniformalı bir müze görevlisiydi. Nasıl olsa birazdan ayrılacaklardır diye düşünüp bir tur daha attı ama tam yanlarından ikinci kez geçiyordu ki; “Five thousand dollars, on Friday” gibi yarım yamalak bir söz duydu. Fısıltı sayılabilecek bu sesin sahibi müze görevlisinden başkası değildi. Serkan’dan başka bu sözü duyabilecek birisi yoktu yakınlarda. Biraz uzaklaştı ve ilerdeki kalabalığın arasına karışarak şaibe kokan ikiliyi izlemeye karar verdi. Ne konuştuklarını duyamıyordu ama turist kılıklı yabancının müze görevlisine madeni bir para gösterdiğini, müze görevlisinin başının camekanlı bölmeyle sikke arasında gidip geldiğini ayrımsadı.
Ülkemizde tarihi eser kaçakçılığının ne boyutlarda olduğunu çok yerden işitmişti, hatta şu anda bulunduğu müzedeki birçok eserin de yurtdışına kaçırıldığını biliyordu.
Kamerasını çalıştırdı ve kalabalığın arasında kendini kamufle ederek çeşitli heykellerin kaydını yapıyormuş gibi davrandı. Bu arada hiç belli etmemeye çalışarak köşede fısıltıyla pazarlık yapan iki kişiyi de çekmeyi başarmıştı. Bir süre sonra esrarengiz ikili kaçamak bakışlarla çevreyi tarayarak birbirlerinden ayrıldılar. Birkaç adım arayla hemen arkasından geçtiklerini hissetti.
Serkan, son derece çevik bir hareketle az önce fısıldaştıkları köşeye gitti ve aceleyle kaydetti o bölmedeki eserleri. Sonra hızla geri döndü ve ikiliyi aramaya başladı. Müze görevlisini görememişti ama asıl önemlisi yabancı’ydı ve onu ağır adımlarla bina çıkışına yönelirken buldu.
Onu takip edecekti.
Nehrin üzerindeki köprüden geçerlerken aralarında yirmi metre kadar bir mesafe vardı. Turist kılıklı adam çarşının hemen girişindeki bir tatlıcıya oturdu. Serkan da ilk bulduğu banka. İzlendiğinin ayırdında bile değildi kaçakçı ve büyük bir iştahla yedi önüne konulan yerel tatlıyı. Sonra yine ağır devinimlerle hesabı ödedi. Garsonun gülümsemesinden çok da yüklü bir bahşiş bıraktığı anlaşılıyordu.
Tatlıcıdan çıkan kaçakçı gelişigüzel dolaşmaya başladı ve şehrin en kalabalık sokaklarından birine girdi. Burası nispeten gençlerin takıldığı; barların, eğlence mekanlarının yoğunlaştığı bir sokaktı. Epeyce yürüdükten sonra bir kitapçıdan içeri girdi, Serkan da hemen karşı taraftaki bir dükkanın vitrininden kitapçının kapısını gözetlemeye başladı. On on beş dakika kadar sonra elinde büyükçe bir paketle dışarı çıktı yabancı ve geldiği yönün tam tersi bir doğrultuda yürümeye başladı. Köprüyü bu kez tersten geçti, sağa kıvrıldı… Sonra geniş bir cadde üzerinde ilginç bulduğu her ayrıntıya bakarak ilerledi. Ani dönüşlerinden birinde Sekan’la göz göze gelse de, hiçbir şey anlamayacak kadar rahattı. Serkan’ın gördüğü son adımlar şehrin en büyük otellerinden birinin kapısında kayboldu.
Takip bitmiş, saat de epeyce ilerlemişti. Günlerden Salı’ydı ve daha iki gün vardı.
Polise gitse ne diyebilirdi ki… Belki yanlış duymuştu belki doğru duymuştu ama “Ne vardı ki bunda” demezler miydi? Üstüne üstlük elalemin görüntülerini çekiyor diye başına iş açma olasılığı bile vardı.
Kimden yardım alabileceğini düşünürken ilk aklına gelen isim Necip oldu. Necip de birkaç gün önce gelmişti memleketine ve henüz görüşmeye fırsat bulamamışlardı. Çocuklukları beraber geçmiş biri Türk, biri Arap kökenli bu iki arkadaş çevrelerinde parmakla gösterilen iki güzel dosttu. Bu dostluğun evrelerini anımsayarak vardı evine ve ailesiyle kısa bir hoşbeşten sonra odasına çekildi. İlk iş olarak Necip’i aradı ve çok acele yanına gelmesini istedi. Sonra babasının üniversiteyi kazanma hediyesi olan bilgisyarının başına geçti. Kameradaki bir iki ufak işlemden sonra çıkardığı mini DVD’yi sürücüye yerleştirdi ve görüntüleri bilgisayarına kaydetti. Ardından iki şüphelinin uygun pozisyonlarını yakalayarak yazıcıdan çıktısını aldı.
Necip’in gelmesi on dakika sürmedi. Aile fertleriyle kısa bir hal hatır sohbetinden sonra başbaşa çekildiler odaya ve Serkan olan biteni ayrıntısyla anlattı. Tepki tam da beklediği gibiydi. “Bu işte bir iş var”dı!.
İki arkadaş gece boyunca ne yapabilecekleri üzerinde kafa yordular. Necip’in ilk aklına gelen şey; adamın kimliğini öğrenmekti. Otelde çalışan bir akrabası vardı, ondan yardım isteyecekti.. ertesi akşam, bu kez Necip’in evinde buluşmak için sözleştiler. Serkan’ın kaçakçılar tarafından görülmüş olma ihtimali çok yüksek olduğu için bütün işleri Nceip halledecekti yarın.
Çarşamba akşamı bu kez Necip’in bilgisayarının başındaydılar. Necip aynı camekanlı bölmenin bugünkü görüntülerini kaydetmiş, ardından da otele giderek akrabasını bulmuş ve Tamer’den aldığı resmi göstererek kim olduğunu öğrenmişti. Arthur T. Schmeltz isimli bir Alman’dı ve kayıtlarda tarih profesörü olduğu yazıyordu.
Heyecanla internete girdiler ve arama motoruna bu ismi yazdılar. Epeyce sonuç çıkmıştı ve ilkini tıklayarak bir ipucu aramaya çalıştılar. Necip’in İngilizcesi daha iyiydi ve hızlı hareketlerle açıyordu önüne gelen sayfaları. Evet bu isimde bir tarih profesörü vardı ancak biyografisindeki doğum tarihi 1949’u gösteriyordu. Oysa resimdeki yabancı çok daha gençti.
Yanılmadıklarını birkaç dakika sonra karşılarına çıkan bir resimle gördüler. Gerçek Arthur T. Schmeltz müzedeki turiste hiç benzemiyordu.
Aynı ismi taşıyan iki farklı kişi olabilir mi diye düşünmediler bile. Zira aynı ismi taşıyan iki tarih profesörü bulmak hiç de kolay değildi. Evet kesin kararlarını vermişlerdi. O turist bir kaçakçıydı ve otele vrediği isim sahteydi.
Bilgisayar başındaki son işleri Necip’in bugün müzede çektiği görüntülerdi. Bu görüntüleri Serkan’ın ilk aldığo kayıtlarla karşılaştırdıklarında hiçbir fark göremediler. Camekandakiler hala orijinaldi.
Artık polise gidebilirlerdi ancak hem bir günleri daha vardı, hem de karşıkonulmaz merakları…
Serkan o gece evi arayarak Neciplerde kalacağını söyledi ve sabah saatlerinden itibaren heyecanla kaçakçının otelden çıkmasını bekledi. Nihayet telefon gelmişti. Necip oteldeki akrabasına turistin otelden çıkması halinde mutalaka kendisini hebardar etmesini bildirmişti.
On beş dakika sonra oteldeydiler ve kendilerine büyük yardımı dokunan akrabayı ikna etmek hiç zor olmadı. Odaya üçü birden girdiler. Aradıkları malzeme deri bir çantanın içinde hiç de gizli kapaklı durmuyordu. Demek ki bu işi o kadar kolay yapıyorlardı ki sahte sikkeleri gizlemeye ihtiyaç bile duymuyorlardı.
Kaçakçının planı belliydi. Bu sahte sikkeler camekanlı bölümdeki orijinalleriyel değiştirilecekti.
O halde ilk yapacakları iş bu çantadaki sikkelerin sahteliğini ispat etmekti. Bu iş de Serkan’a düşüyordu. Onlarca sahte sikkenin arasından birkaç tanesini almanın hiç farkedilmeyeceğini düşündüler.
Serkan yarım saat içinde çarşıdaki kuyumculardan birindeydi. On yılların verdiği tecrübeyle sikkeyi inceleyen ihtiyar gözlerin yanıtı çok kesindi. Sikkeler geçmişi çok yenilere dayanan bir alaşımdan yapılmışlardı, hiçbir değerleri yoktu.
Cumartesi sabahı şehrin bütün yerel gazeteleri bu olaydan söz ediyordu. Hemen hepsinin baş sayfasında Serkan’ın kamerasından taranmış iki resim vardı. Birisi, Interpol tarafından kırmızı bültenle aranan uluslararası bir tarihi eser kaçakçısı, diğeri ise müzenin emanet edildiği güvenlik görevlilerinden biriydi. Ancak ayrıntılarda bugüne dek izine rastlanmamış birçok kaçakçılığı ortaya serecek ipuçları vardı.
Bu sitede ilginizi çekebilecek diğer kategoriler, bağlantılar
Blog Sahibinin (Kamil Akdoğan) Yazıları