FERİDE
O gün her zamankinden erken uyanmıştı Feride. Ama yataktan kalkmadı. On bir yaşındaydı ve gözlerini ilk kez annesini görmediği bir sabaha açıyordu… “Akşeher”e giden trende tek kişilik yer kaldığı için, anasının kucağına minik yeğeni Şükriye’yi koymuşlardı. Kalanlar arkadan gelecekti.
Fransız askerlerinin istasyonu ve şehrin kilit noktalarını ele geçirmesiyle başlayan korku giderek büyüyordu “Afiyon”da. Ama asıl tehlikenin eli kulağındaydı! Asıl kıyamet “Yonan” geldiğinde kopacaktı!
Belki iyi bir eğitim alsaydı, Afiyon’un başına gelenlerin hiç de şaşırtıcı olmadığını az çok anlayacaktı. Denizlerden gelip Anadolu’yu ta içlerine kadar fethetmek isteyen bütün zorbalar, bu kendi halinde memleketin toprağını ille de kirletirlerdi.
Fransızların silahsız halka zulmettiği gibi bir şeyler işitmemişti nedense, hatta komşularından kimi amcaların onlara hediyelerle gittiklerini görmüş, duymuştu… Daha düne kadar “gâvur” diye bellettikleri o adamlara neden böyle davrandıklarına fazla aklı ermiyordu ama Yonan geldiğinde her şeyin çok daha kötü olacağına ilişkin kesin bir yargı oluşmuştu kafasında.
Sağda solda kulak misafiri olduğu konuşmalarda; İzmir’de, Aydın’da, Manisa’da Yonan’ın ettiği zulümler bolca anlatılıyordu. En gelişmiş yayın organı olan fısıltı gazetesi habire korku yayıyordu ortalığa…
Düşündükçe “afakanlar basıyor”du.
Başını yorganın içine çekip gizli gizli ağlamaya koyuldu.
Acaba babası yaşıyor olsaydı, “elin gâvuru” bu kadar kolay gelir miydi, diye geçirdi içinden. Babası hayatta olan arkadaşlarını anımsayınca yanlış bir düşünceye kapıldığını anladı ama ağlaması bitmedi. Kendisini yalnız hissettiği en aciz zamanlardan birini yaşıyordu şimdi.
Neyse ki eli silah tutan birçok yiğidin dağlara çıktığını da duymuştu.
Neyse ki, işleri “rast” giderse o gece yeniden annesine kavuşacaktı. Dedesi, en uygun çözümün gruplar halinde “Akşeher”e geçmek olduğunu düşünmüştü ve işte o gün bu gündü.
Ağlaması geçti. Alelacele giyindi ve elini yüzünü yıkayıp dışarı çıktı. Kendini bildiği günden beri cıvıl cıvıl olan bahçeyi kuşlar bile terk etmişti sanki. “Buzağı buyduran” bir soğuk çarptı yüzüne. Sağda solda gördüğü bütün evlerin perdeleri ardına kadar çekiliydi. Biliyordu ki pek çoğunun içinde tahtakurularından başka canlı kalmamıştı.
Hacapan dede, Feride’yi görünce hafifçe gülümsedi ama işi başından aşkın insanların ivecenliği vardı her deviniminde. Bahçenin sokağa bakan kapısı ardına kadar açıktı ve hemen önünde burnundaki sineklerle cebelleşen cılız bir atın çektiği araba duruyordu. Bereket versin Hüseyin amca henüz buralardaydı. O da yardım ediyordu sevgili dedesine… Akşeher’e vardıktan sonra Hacapan dede bir adam tutup, yanına katacağı üç-beş kuruş parayla arabayı gerisin geri Afiyon’a gönderecekti. Böylece birkaç gün sonra Hüseyin amca da ihtiyar anasıyla birlikte gelebilecekti…
Neden sonra Hacapan dede sağ elinin ayasını hiç de azımsanmayacak kadar açık olan alnına vurarak Feride’yi kucağına aldı.
— A benim güzel yavrum, karnın acıkmıştır ama biraz daha sabret! Hele şu arabayı bi hazır edelim, sonra yeriz bir şeyler…
Feride, tarihsel bir sorumlulukla karşı karşıya kalmış gibi, hiç acıkmadığını söylemek zorunda duyumsadı kendini… Oysa karnı zil çalıyordu. Verdiği yanıt dedesini hem güldürmüş, hem de sevindirmişti ama iki duygusu da sadece bir an sürdü ihtiyarın ve eşyaları yükleme işine devam etti.
Dedesinin sözleri Feride’ye yapmak zorunda olduğu bir görevi anımsatmıştı. Madem annesi de yoktu, yiyecek bir şeyler hazırlamak kendi işiydi artık. Usulca eve girdi. Her bir yanından hüzün akan bu sevgili evi şimdiden özlemişti. Gözlerinin hafifçe dolduğunu duyumsadığında hemen kendini zorladı ve işbaşı yaptı.
“Mutbah”a girdi. Mutbah sanki kırk kat el gibi bakıyordu gözlerine… Her zaman görmeye alışkın olduğu kap kacağın hiçbiri yerinde değildi. Terk edilen bütün evlere özgü bir sessizlik hakimdi her köşeye. Ama bütün eşyaların “sındı gibi” bohçalandığını, sarılıp sarmalandığını görünce sevindi. Çünkü bu, geri döneceklerinin işaretiydi…
Ocağın yanında duran odunlardan üç-beş tanesini sürdü içine, en yağlısından bir de çıra seçti ve yaktı. Ateş gürleşene dek hamur açmaya başlayabilirdi. Zahire dolabını açtı, ağzı sıkıca bağlı olan un çuvalını zorlanarak gevşetti. Hamur teknesini dedesi büyük olasılıkla arabaya yüklemişti ama herhangi bir tencere de işini görürdü. Ocaktan çatır çutur sesler gelmeye başladığında, Feride ileride en büyük hünerlerinden biri olacak işini enikonu yarılamıştı bile… Rafta her nasılsa kalmayı başarmış “haşkeş” kavanozlarından birini ayak parmaklarının üzerinde yükselerek aldı. Artık bütün yapacağı, açıp katladığı hamurlara haşkeş sürmekten ibaretti.
Nefis kokular tez vakitte Hacapan dedenin de yöresine ulaşmıştı. Dede bir yandan kaynağını düşünüyor, bir yandan da arabaya son şeklini veriyordu. Tam işini bitirmişti ki, üzeri buram buram tüten koca bir tencereyle Feride’yi gördü. İki eliyle tuttuğu tencere ha düştü ha düşecek kadar ağıra benziyordu. Hafiften bacağı da aksadığı için Feride’nin zahmetli yürüyüşü bir türlü bitmek bilmiyordu.
Hacapan dede yaşından hiç de umulmayacak bir hareketle fırladı ve bir sehpayı hemen Feride’nin önüne indirdi. “Hızır gibi” yetişmişti!
Feride ise üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi rahattı şimdi. Az önce kopacak sandığı kolunun acısını bile unutmuş, utangaç bir ifadeyle sevgili dedesine bakmaya başlamıştı. Şimdi dedesinin kollarında ağır ağır dönüyordu…
İşte “yalan dünya” da hep böyle dönüyordu Feride…
Birçoğu yanmış da olsa, birazdan dede torunun zevkle yiyecekleri o haşkeşli katmer, memleketinde çocukken yiyeceği son hamur işiydi belki de. Yarın kim bilir nelere gebeydi? Belki Akşeher’de kırık dökük bir yerde yıllar sürecek gurbete başlayacaktı, belki de biraz daha gecikecek; yolların itiyle, uğursuzuyla uğraşmak zorunda kalacaktı. Ama her durumda artık bu sevgili evde olmayacaktı…
Bir daha Kurtuluşa dek göremeyecekleri evlerindeki son yemeklerini henüz bitirmişlerdi ki, Hüseyin amca elinde bir bohçayla belirdi. İhtiyar anacığı kendisi gelememiş ama bulup buluşturduğu ne varsa yüklüce bir yolluk göndermişti. Araba yola çıktığında pencereye de bakmalarını tembihlemişti. Dünya hali belli olmazdı. Bugün varsın, yarın yok! Belli ki son kez olsun el sallamak istiyordu…
İşte veda an’ı gelip çatmıştı. Hacapan dede önce Hüseyin amcayla helalleşti. Kıyıdan köşeden birçok mahalleli gelmiş, kimi el ediyor, kimi sessiz sedasız seyrediyordu. Halleri vakitleri yerinde olsa, biliyordu ki mahallede kimse kalmazdı birkaç gün içinde… Ama gidecek yeri olmayan birinin yapacak tek şeyi yazgısına razı olup kalmaktı.
Hacapan dede önce Feride’yi çıkardı arabaya. Kendi oturacağı yerin hemen yanına almıştı onu. Sonra usul hareketlerle çıktı ve gideceğini anlayıp da sabırsızlanan atın dizginlerini aldı eline. Son kez çevreye, komşulara, Hüseyin amcaya ve çapraz pencerede perde aralığından el eden Nazime teyzeye baktı. Gözlerinden bir tek damla düşerken atı dehledi.
Feride ise çoktan özgür bırakmıştı gözyaşlarını. Hüngür hüngür ağlıyordu. Hüseyin amca arkalarından su dökmüş, sonra da arabanın hemen yanında yürümeye başlamıştı. Mahalle çıkışına kadar sessizce yürüdü ve durdu… Şimdi ilerleyen arabadan bir küçük, bir de büyük el veda ediyordu.
İşte Karaman mahallesinden çıkmışlardı. Afyon’a savaşmaya gelen Karaman oğullan beyliği döneminden kalmıştı bu mahalle. Askerlere yiyecek, içecek satmak için peşlerinde dolaşan sürsatçılar kurmuştu zamanında. Belki karış karış gezecek kadar bilememişti her yanını, belki on bir yılının çok büyük bir kısmı evde geçmişti. Ama şimdi daha önce hiç görmediği evleri, dükkânları, küçük camisiyle beraber yüreğinden kopmuş kocaman bir parçayı da bırakıyordu geride. Öyle bir parçaydı ki o kopup giden; uzaklaştıkları her adımda biraz daha büyüyor,”Geri, dön!” diye haykıran sesi daha bir gür çıkıyordu. Sanki her köşesinden bir arkadaşı el sallayıp, gitmemesi için yalvarıyordu Feride’ye.
Gördüğü en küçük ayrıntının kendi gidişiyle nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünürken, gözyaşları sicim gibi inmeye devam ediyordu. Dedesinin de ağzını bıçak açmıyordu üstelik. Gözlerinde bir bulut dışında en küçük bir nem olmasa da akıttığı gözyaşlarının ihtiyar yüreğine doğru gittiğini bilecek kadar tanıyordu onu…
Evler git gide seyrelirken kendileri gibi yola düşmüş birçok araba aynı yöne doğru ilerliyordu. Hayal meyal seçmeye çalıştığı bütün suratlardan düşen bin parçaydı. Akranı olan tüm çocuklar istisnasız ağlıyorlardı. Henüz dünyayı bile tanımadan bir çocuğun görüp göreceği en büyük acılardan biriydi yaşadıkları…
Belki son kez bir tanıdık görürüm diye başını geri çevirdiğinde, dedesinin gelecek yaz çıkarmaya söz verdiği kale’yle karşılaştı gözleri… Halen dimdik durduğuna sevindi. Sanki “seni bekleyeceğim,” der gibi mağrur bakıyordu o. Sanki bütün olacakları önceden bilen bir bilge gibi el sallıyordu surlar…
“Tabii ya”, Hapanova’nın mutlaka bir bildiği vardı. Besbelli Kemal Paşa’yı tanıyordu. On bir yıllık gözlerinin göremediği zamanlardan geçmişti, dedesinden bile çok daha yaşlıydı o… Şimdi dağlarda vuruşan kahramanları da görüyordu “zahir”. Onların kazanacağından emindi doruğundaki hisar. O an, ağlayan gözlerindeki akıntı kendiliğinden durdu.
Kalktı ayağa. İki kolunu en yüksekleri selamlamak için kaldırdı yukarı.
Bu selamlar dağlarda baş eğmeyen efelereydi. Bu selamlar Kemal Paşa içindi.
Hapanova zaten biliyordu. Hacapan dede de anlamıştı. Evet, geri döneceklerdi.
Kamil Akdoğan
Not: Bu öykü sevgili “anenem” (anneannem) Feride Apak için yazılmıştır.
(Kurşun Kalem Dergisi – Ekim Kasım 2013 tarihli sayısında yayımlandı)
Bu sitede ilginizi çekebilecek diğer kategoriler, bağlantılar