Site icon Dergilerden, Filmlerden, Kitaplardan

ŞUBAT KIZI

ŞUBAT KIZI

Bazı hikâyeler vardır insanı sürükler, kanını dondurur. Özellikle bu hikâyeler kışın soğuğunda yaşlı birileri tarafından anlatılmışsa. Ve o kişi olayı sanki yaşamışçasına anlatırsa. Şimdi anlatacağımız hikâye bunlardan birine örnek:

Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Aylardan şubat. Sedat o gün iş dönüşü arkadaşlarının bir bara gidip kafaları çekme fikrine nedense bu kez karşı koymayı başarabilmişti. Yağan karı görünce aklına, küçükken annesinin odun sobasının üstünde pişirdiği kuzu kestane kebapları geldi. Kuruyemişçiye uğrayıp iki kilo kestane aldı. Bir kilo da kuru incir ve leblebi… Bu akşam evli olan ablaları da gelecekti. Hep beraber güzel bir hafta sonu geçireceklerinin hayalini şimdiden kuruyor, gelen geçen yüzleri kederli insanlara hal hatır sorup onları sevindirmek için mıncıklamayı bile düşledi bir an… Sonra bu fikrinden dolayı kendi kendine güldü. Metroya binen güzel solgun yüzlü kız onun bu gülüşüne karşılık olarak farkında olmadan gülümsedi. Ne kadar da güzel kızlarla doluydu etrafı… Bazen hangisine bakacağını şaşırmıyor değildi hani. Eskiler anlatırlardı güzel bir kız görmek için çeşme başı beklemeler, piknik yerleri dolaşmaları. Yazlık sinemada mola aralarında şaşkın bakışmalar filan. Oysa şimdi her şey değişti. Anlatılan öyküler dahi. Eve gidince ne yapıp edip annesine yine o eski şubat öykülerini anlattırmak. O eski tadı bir kez daha yaşamak istedi Sedat…

Sedat, içeri adımını attığında ablalarını gördü karşısında sevinçten birbirlerine hasretle sarıldılar. Anne ise pek sık da olmasa bu üç yavrusunu bir arada görmenin mutluluğunu yaşıyordu şu an. Kocası Asım ölünce tüm sevgisini çocuklarına adamıştı Nezâhat Hanım. Güle oynaya yemekler yendi, çaylar içildi.

“Bak,” dedi Sedat annesine … ” Senin sevdiğin kestaneden aldım. Bize, sobanın üstünde pişirir yedirirsin yine. Çocukluğumuzda   olduğu gibi.”

“Sen az değilsin,”dedi Nezahât hanım.”Yine beni gece yarılarına kadar lafa tutacaksın değil mi?”

“Ah! Evet, dedi küçük abla Sebahat.”Epeydir dinlemedik senin masallarını.”

“Masal değil kızım hikâye. Kaç kez söyleyeceğiz masalla hikaye arasındaki farkı.,”diye söylendi Nebahat.

“Aman,”dedi Sebahat. Yaşanmamış, gerçekle ilgisi olmayan şeye ne denir ki?”

“Benim size anlattıklarım demek ki masal geliyor?”

“Aman anne hikâye de olsa masal da olsa ayrı, güzel bir tadı var bugünkülere nazaran.”

“Koca insanlar oldunuz artık. Benim size anlatacaklarım ilginizi çekmez artık. Hem ben sizin uykunuz gelsin diye anlatırdım. Malum o dönemler televizyon yok, radyo yok.”

“Paparazzi desen hiç yok,”diye anlamlı bir sırıtışla Sebahat’a baktı. Nebahat hafif dirsek darbesiyle küçük kardeşi Sedat’ın karın boşluğuna dokundurdu:

“Sen hiç ağzını açma kova Fenerli.”

“Oo! Siz böyle didişirseniz annem bize ne öykü anlatır ne de masal,”dedi Nebahat:

“Çocuklar yorgunum. Başka zaman.”

“Olmaz,”dedi Sedat.”Böyle lapa lapa karı ne zaman görürüm ben o zaman.”

“Çizin kestaneleri bakayım o zaman. Herhalde bu yaşlı halimle bunca kestaneyi bana yaptıracak haliniz yok ya?”

“Sen emret sultanım yeter ki,”deyip annesinin pamuk yanaklarını mıncıklayıverdi Sedat.

“Ah!Yapma canımı acıttın yine.”

“Dur şu pamuk yanaklarını öpüvereyim geçer o zaman,”deyip annesinin her iki yanağını öpüverdi Sedat.

Sobanın üzerinde kızaran kestaneleri paylaştırıp önlerine koyuverdi anne. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi.

“E!,Hadi anlat anne,”dedi Sedat.

“Hangisini?,”diye sordu anne.

“Şubat Kızı’nı”

“Bana da dedeniz anlatırdı hep çoban Musa’nın hikâyesini.”

“Sonradan deliren çoban  Musa değil mi anne?,”dedi Sebahat.

“Evet o kızım, deli Musa.”

“Böyle yapacaksan abla hiç anlatmasın. A!”

“İyi be tamam sustuk.”

“Ben onların yalancısıyım kızım. Dedenizin de arkadaşıymış zaten Musa. Delirince de kimseyle arkadaşlığı filan da olmamış. Her neyse gelelim hikâyeye. Çoban Musa erkek güzeli, güçlü kuvvetli uzun boylu bir delikanlıymış. Bütün köyün kızları ona yangınmış…”

“Peki dedem ne güne duruyormuş,”diye kıkırdayarak güldü Sebahat.”

“Anla kızım. Hikâyelerde hep öyle olur zaten karizmâ bozulmasın diye abartılır hani. Yok boyu iki metre, omuzları kapıya sığmaz filan. Allah bilir orta boylu, sıska biridir belki de?”

“O o! Cıvıttınız yine. Maksadınızı anladım sizin. Sizinkisi hikâye dinlemek değil,hikaye edilen kişiyle dalga geçip gönül eğlendirmek.Ben ne bileyim boyunu posunu. Bana dedeniz  ve nineniz böyle anlatırdı. Benim ne Musa’yı görmüşlüğüm var ne de İsa’yı. Dinleyecek misiniz? Yoksa …”

“Tamam anne.Söz.Bir daha lafını kesen olursa bu kapıdan çıksın gitsin.”

Çoban Musa fakir, kendi halinde biriymiş.Sabah gün ağarırken sürüyü köyün dışına otlatmaya meraya götürür,akşam dönermiş.Çok da güzel kaval dinlermiş.Yine günlerden bir gün koyunları otlatırken bir ağacın gölgesinde ilersine yönelik düş kurarken eline kavalını almış başlamış çalmaya.O çalarken koyunlar bile otlanmayı durdurup,her zamanki gibi onu dinlemeye başlarlarmış bir müddet. Koyunlar bile onun kaval çalışından o gün neşeli mi yoksa kederli olduğunu anlar, öyle keskin kulak kabartıp dinlerlermiş Musa’yı. Neyse, sözü uzatmayayım çocuklar.Tam oracıkta  ceylan kadar güzel bir kız güzel bir kız belirivermiş Musa’ya. Musa karşısında aniden bitiveren kızı görünce korkup ağaca iyice yaslanmış:

“Korkma,”demiş ceylan kadar güzel olan kız. Ben komşu köydenim .O kadar güzel çalıyorsun ki kavalını. Merak edip seni dinlemeye geldim.

“Ya!, demiş Musa.”Demek komşu köydensin. Adın ne o zaman?”

“Adım Elif.”Davut’un kızı.”

“İyi sevindim. Bende Musa.”Çobanlık yaparım işte. Köyün çobanlığını.”

“Durma çal hadi!”

Musa kavalını öyle neşeli bir üfler ki. Koyunlar dahi neredeyse halay tepecek sevincinden. Kız ona hayranlıkla bakıp kaval çalışını dinlemiş, sonra geç kaldım evde merak ederler diye sürüsünün yanına gitmiş.

Zamanla bu iki genç birbirine sevdalanmışlar. Öyle gün olmuş ki birbirlerini görmeden edemez olmuşlar.Kız her gelişinde Musa’dan kimseye aşkından söz etmemesini ve hiçbir kıza gönül vermemesi sözünü alır, öyle oradan ayrılırmış.

Sonbahar bitmiş tam kar kış kıyamette Şubat ayı gelip çatmış. Musa da haliyle bu havada koyun filan güdecek hali yoktu. Neredeyse iki ayı geçkin Elif’i ne görüyor,ne de ondan bir haber alıyordu.Hayatta tek yakını olan yaşlı annesi, oğlunun bu halinden epey endişe duymaya başlar. Musa hiç kimseyle ne konuşuyor, ne de kimseye yanaşıyordu. Anası baktı olmayacak aldı Musa’yı karşısına:

“Oğlum, söyle bana senin bir derdin var besbelli. Hadi bana anlat.”

“Yok ana, sana öyle geliyor.”

“Korkma oğlum. Kimseye söylemem vallahi. Hem derdini anana anlatmayacaksın da kime anlatacak sın a yavrum!”

Musa o gün tüm ısrarlara rağmen hiçbir şey anlatmadı ama o günden sonra da içersine bir kuşku düştü. Elif’i bir daha görememe kuşkusu.. .Bir gün kendi kendine karar verdi. Annesini gönderip Elif’i istetecekti ve Elif’ de buna pek sevinecekti. Öyle de yaptı zaten. Derdini annesine anlattı. Annesi de sevincinden oğluna sarılıp öptü. Yalnız bu Şubat ayında komşu köye nasıl gidilir, kız istenirdi? Bunu anlatmaya çalıştıysa da Musa’yı ikna edemedi bir türlü. Anne baktı çaresiz gitti katırları olan yeğeni Bayram’dan yardım diledi. Bayram Musa’yı severdi. Duruma anlayış gösterdi, iki katırı hazırladı tüfeği kuşandı önüne de kurtlardan korunmak için iki kangal köpeği katıp, Musa’nın evde kalmasının uygun görüleceğini ve ahırda üç beş hayvana bakmasını söylediler ve düştüler yola.

Komşu köy yaya olarak iki saatlik bir yol çekerdi ama, hava şartları pek uygun olmayınca dört saate kadar uzayabilirdi de… Öyle de oldu zaten. Vardıklarında hava da kararmıştı zaten. Sora sora Davut’un evini bulmuşlar Davut, akşamın bu saatinde gelen bu yabancılara bir anlam verememişti ama onları içeri buyur etti, sıcak çay ikram etti. Çaylar içilirken Musa’nın annesi ortada gezinen genç bir kadının pek de Musa’nın sevdalanacağı birine benzediği söylenemezdi diye düşündü… Davut ve yaşlı karısı dışında oda içersinde gördüğü birisi kız iki torun ve onların dışında otuz yaşlarında, çocukların ikide bir “Baba,”dediği  genç adam ve kendilerine çay ikram eden bu kadına da ana demeleri Musa’nın annesine biraz tuhaf kaçar. Herhalde gelin olacak kız utandı çıkmadı karşımıza diye düşündü. Havadan sudan sohbet açıldı. Sonunda ana durumu açmayı uygun görüp:

“Davut kardeş akşamın ve de bu kış kıyamette gelmemizin elbet bir sebebi var.”

“Elbette. Buyurun sizi dinliyorum.”

“Sizin Elif adında bir kızınız varmış.”

“Varsa ne olmuş?,”der Davut şaşkınlıkla.

“Gerçi biz onu henüz göremedik amma..”

“Aha! Karşınızda ya.Deminden beri önünüze çay koyup duruyor ya!.”

Anne neredeyse küçük dilini yutacak olmuş. Bir çocuklara, bir de çocukların ana dediği, çalışmaktan imanı gevremiş, iki büklüm olmuş genç tazeye bakakalmış. Bayram desen öyle aptal bir vaziyette mel mel bakmaktaymış.

“Senin kız bu mu?”

“He. Demiş rahatlıkla. Ne diyecekseniz söyleyin hadi,”demiş onlara.

“Peki ala bu köyde senden başka Davut var mı?”

“Benim bildiğim kadar yok ama bu saatte bizim komşu Fadime doğurur da adını Davut koyarlarsa onu bilemem,” der ve anne ile Bayram’ın dışında herkes gülüşürler.

“Peki başka kızın?”

“Yok. Tek kızım. Diğer üçü ise oğlan. Onlarda yanımda değil. Şehirde çalışmaktalar.”

“Allah allah! Anlaşılan biri bizim oğlanla iyi gönül eğlendirmiş.”

“Nasıl yani, pek anlamadım?”

“Bende Musa kardeş… Benim Musa adında bir oğlum var. Çobanlık yapar Bizim Karaçalı köyünün çobanlığını.”

“E?,”der Davut.”

“E’si benim oğlanın sizin köyden sandığı, daha doğrusu kendini öyle tanıttığı bir yavuklusu olduğunu söyledi bana. Aylardır konuşup dururlarmış, birbirine de sevdallılarmış.”

“Sende bizim kız sanıp, istemek için karda kışta bunca eziyeti çekip geldin buralara.”

“Sen olsan gelmez miydin yani Davut kardeş?”

Deminden beri sessiz bir şekilde duran damat sonunda patlar:

“Duydunuz babamın dediğini. Ne uzatıp duruyorsunuz öyle.Yanlışlık olup olmaması ya da birilerinin sizin oğlunuzla eğlenmesi bizi ilgilendirmez!”

“Dur sen karışma! Bunlar bu saatten sonra bizim misafirimizdir.Yarın ola hayrola.Bu işi köyde sorup soruştururuz yolu yordamıyla.Kimmiş neyin nesiymiş öğreniveririz”

“Baba ne diyorsun sen? Köylüye derdini nasıl anlatacaksın?”

“He! Ya,” der Davut’un karısı. Kızı gören bilen oğludur, kendi değil. O da burada değil.”

“O da doğru ya. Ama sizin bu tipide gitmenize de gönlüm razı değil. Kalın bu gece.Yarın yola çıkarsınız.”

“Olmaz,”der Musa’nın annesi.”Oğlan merak eder. Hem sizin dirliğinizi de bozmuş olduk.Damat haklı.Sonuçta kendi karısının adı geçmekte. Sizin de kızınız. Kusurumuzu bağışlayın.”

“Asıl siz onun kusuruna bakmayın. Cahillik işte… Belli, bu işte ama bilerek ama bilmeyerek bir yanlışlık var. Zamanla o da çözülür.”

“Ben hiç sanmıyorum,”der anne

O sırada yerde bilyelerle oynamakta olan çocuk elindeki bilyeleri bırakır. Hararetle:

“Şubat kızı! O’dur muhakkak dede.”

“Şubat Kızı ! Bunu hiç düşünmemiştik,”der Davut…

Bu arada Musa odanın içersinde gidip gelmekten yorgun düşmüş, sonunda annesinin ve dayı oğlunun orada konuk edildiğine kendini inandırarak  sonunda uyumaya karar veriri ve odasına çekilip kafasını yastığa koyar. Dışarısı halen kar tipidir.

Musa’nın ne kadar uyuduğu bilinmez ama bir kadın sesinin Musa’yı uyandırdığı duyulur. Musa kalkıp bakar avluda Elif.Yüreği pır pır eder camdan bakınırken.Güpegündüz Elif’in ne işi vardı evlerinin avlusunda. Evi nasıl bulmuştu?

“Çabuk giyin aşağıya gel,”der Elif. Musa bir çırpıda giyinip aşağı iner, gider Elif’e sarılır, koklar.

“Beni çok mu özledin?,” der Elif.

“Hem de nasıl… Seni…”

“Sus,”der Elif, Musa’nın ağzını eliyle kapatarak. Her şeyi biliyorum. Gideceğimiz yerde anlatırsın.”

“Gideceğimiz yer mi?”

“Evet. Gideceğimiz yer.”Biraz ötede kuytu bir yer.”

“İçeri  girsen… hava soğuk.”

“Olmaz. Bir gören olur,”der Elif. Hadi vakit kaybetmeyelim sabah olmadan”

“Sabah mı?” Zaten sabah. Doğrusu ne zaman sabah oldu pek kavrayamadım,”der Musa, uyku mahmurluğuyla. Ötekiyse durmadan elini tutup çekiştirmektedir. Musa için Biraz ötede dediği yer gittikçe bitmemektedir. Sonunda nefesi kesilir, onca erkek gücüne rağmen dayanamaz:

“Dur. Daha ne kadar gideceğiz? Neresi bu gideceğimiz yer?,”der ve biraz geri kalır, çömelir soluklanmak için. O sırada Elif’in ters dönmüş ayakları gözüne çarpar, irkilir:

“Ayaklarına ne oldu böyle?”

Elif oralı olmaz. Musa’ya karşı tavrı değişiverir birden. Yüzü acayip bir hal alır, saçları dikleşir, sakladığı memelerini göbeğine kadar indirir, çirkin bir hal alır, hırıltılı bir sesle:

“Annene benden neden söz ettin Musa?”

“Kimsin sen? İn misin, cin misin?”Söyle?”

Birden her yer alacakaranlığa bürünür. Rüzgarın ürkütücü sesi, kurt ve çakal ulumaları dışında hiçbir şey duyulmaz olur bu dağın başında.

“Sen hiç Şubat Kızı adını duymadın, ya da sana şimdiye dek kimse anlatmadı anlaşılan?”

Musa’nın beyni onca korkuya rağmen hızla bir saat gibi çalışıverdi nedense…  Dedeleri anlatır dururlardı nesilden nesile, ama kendisi bir kez bile inanmamıştı deli saçmalıklarına. Güya her kadın kılığına girer, erkekleri kendine aşık eder, sonunda sevdiği erkeğin bir başka kadını sevmesini engellemek için onu Şubat ayında bir gece vakti gündüzmüş gibi yanıltır, alır böyle dağ başına getirir, kendini belli edermiş. Belli edince de her taraf zifiri karanlığa dönüşürmüş. Erkek de tüm bu olanlar karşısında aklını kaybedermiş. Anlatınca da kimse de inanmazmış ona. İşte söylenenler harfi harfine uyuyordu. Musa sapsarı kesilmiş, tüm bu olanlar karşısında donup kalmıştı.

Komşu köyde Musa’nın annesi Şubat Kızı’nın lafını duyunca telaşlandı birden:

“Eyvah benim civanım bula bula o periye mi tutuldu yoksa? Vay başıma gelenler!”

“Durun canım hemen telaşlanmayın. Hayırlısıyla bir sabah olsun bakalım.”

“Hayırlısı mı kaldı Davut kardeş? Belli değil mi onun olduğu?”Senin kızın adını vererek oğlumu kendine sevdalandırdı  ya! Artık oğluma başka bir kadın da haramdır bundan böyle.Tabii oğlumun başına bir şey gelmezse.”

Ertesi sabah erkenden yola çıkarlar…  Davut ve damadı da onlarla birlikte Karaçalı’ya varırlar yani Musa’nın köyüne.

Musa’yı evde bulamazlar. Tüm köye haber salınıp Musa’yı aramaya koyulurlar. Sonunda Musa’yı donmak üzereyken yerde yarı baygın bulur köye getirirler. Musa’nın vücudu önce karla ovulur. Sonra kendine gelince battaniyelere sarılır, pekmez içirtilir kendine gelmesi sağlanır. Ama o günden sonra da Musa’da acayip haller başlar.Kendi kendine konuşur güler ve adı deliye çıkar.

“İşte benim anlatacağım hikâye bu kadar,”der Nezahat hanım. Hadi  şimdi doğru yatağa.

“Bu sefer daha içten anlattın anne. Sanki o anı yaşadım anlattıklarınla,”der Sedat.

“Korkudan uyuyamaz artık anne bu ya,”der Sebahat.”Nerden anlattın?”

“Ben sen miyim? Birazdan tuvalete avluya çıkamaz, yanında Nebahat ablamı götürürsün.

“Doğru ya, benim tuvalete gitmem gerekiyor. Yalan da değil ya.”

“Ya anne kaçtır şu ödleklere şunu anlatma diyorum! Anlatıyorsun hala. Hadi düş önüme,”der Sebahat’a.

“Ee! Ne yaparsın çocuk hala bunlar benim için.”

Bu sitede ilginizi çekebilecek diğer kategoriler, bağlantılar

Sinema Yazıları

Türkiye Sineması Yazıları

Blog Sahibinin (Kamil Akdoğan) Yazıları

Edebiyat Kültür Sanat Dergileri

Facebook Sayfası

Dergi, kitap, yazı, ürün gönderebilirsiniz