Ahmet Süreyya DURNA – Röportaj
Soru: Şiir dışında öykü de yazıyorsunuz. Bazıları bunun zor olduğunu hatta teşebbüs bile edilmemesi gerektiğini söyler. Şiir yazanlar şiirle, öykü yazanlar öyküyle ilgilenmelidir onlara göre. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
–Şöyle söyleyeyim. Eğer yeteneğinizi belli birkaç sanat ekseninde geliştirmiş iseniz, mevcut yeteneğinizle o sanatın hakkını vermek zorundasınız. Elinizdeki materyaller her ne olursa olsun, önce ruh ve yüreğinizi ortaya koymalısınız. İşe oradan başlamak gerekir. Şayet ruh dekorunuz yoksa yüreğiniz harlanmıyorsa, tuttuğunuz işten verim alamazsınız. Tatsız tuzsuz bir nevâle konulmuş olur sofraya. Diğer bir ifadeyle ucube bir yapı tezahür etmesini istemiyorsanız, illa da özsuyunuzu katmalısınız. Bu mümkün değilse, o eser üzerindeki göz zevki ve görsellik bozulur haliyle.
Edebiyat çıkışlı roman, hikâye, şiir, seçki gibi her hangi bir sanatı mütekâmil manada anlayıp kavramadan; “Ben yaptım oldu.” deme lüksünüz yoktur. Göz, kulak ve algı ortaklığı buna müsaade etmez. Dolayısıyla verilen bir eserde, “müessir” olmak esastır.
Bu izahtan sonra, şayet her kim ki birden fazla kulvarda kendi özgüveniyle ve başarısıyla at koşturuyorsa varsın koştursun. Takdirle karşılamak lazımdır. Hatta güzel bir deyim söylenir dilimizde; “Yürüyen atın başına vurulmaz!” diye. Mühim olan husus, ele yüze bulaştırmamak. Birini esas kabul ederken, öbürünü tali mesele mahiyetinde görmemek… İkisini de bir arada yürütmek, o bazılarının vurguladığı şekliyle elbette ki zordur. Ama ben, kitap hacimli şiir yazarken şiire, öykü yazarken de öyküye mıhlanıyorum adeta. Birinden terk-i diyar ediyor ve nadasa bırakıyorum tamamen. Aksi takdirde yatay geçiş sağlamak zor oluyor, konsantrasyonunuz bozuluyor tabiatıyla.
Velâkin, “teşebbüs bile edilmemesi” yönündeki bir düşünceye şahsen karşıyım. Çünkü kendime ait özgüvenim tamdır. Keza şiir de ve öykü de eser üzerinde, “müessir” olduğuma inanıyorum.
Soru: Kendinizden kısaca söz eder misiniz?
–Duygu yoğunluğum hat safhadadır. Her olguyu duymaya ve hissetmeye çalışan biriyim. Aşırı derecede meraklıyım aynı zamanda. Yaprak kımıldasa, dal oynasa hafiften, “onun arkasındaki etken nedir?” diye sorarım kendime. Hadiseyi tek taraflı ve sadece ön cepheden irdelemem. Döner bir de profilden bakarım, ense kökünden bakarım, dahası kuşbakışıyla bakarım. Bu geniş perspektifli nazar neticesinde, eşya üzerindeki o ince çizgiyi yakalamaya ve resmetmeye bayılırım.
Bana sorsanız, “Hayatınızda ilk ve son düşmanınız kim?” benzerliğinde. Cevaben; “Ruhsuz, vurdumduymaz ve kabuğu kalın ilgisiz adamdır.” derim. Negatif “prototip”ler yani.
Bahusus “yorulmak” sözcüğü, barınmaz lügatimde. Tabiri caizse, depara kalkmış küheylanlar gibiyim. Hareket ettikçe ve hızlandıkça yay misilli açılırım. Dağ, dere, tepe dolaşır dururum. Tabii bunda sporculuğumuzun da rolü büyüktür. Biraz da maceracıyım galiba.
Soru: Şiirlerinizin ya da öykülerinizin konusunu nerelerden alıyorsunuz? Yine buna bağlı bir soru olarak; beğendiğiniz, önemsediğiniz bir sanat akımı var mı?
–Mütevazılığa kaçmadan belirtecek olursam, kaynak kendi bünyemdedir. Zira en büyük zevkim gezmek, görmek ve araştırmaktır. Tek doyuma ulaştığım da budur doğrusu. Ömrümün büyük bir bölümü seyyahlıkla geçti. Bilhassa Anadolu’yu avucumun içi gibi bilirim. Mübalağa sayılmasında, her yerinde bir hatıram mevzubahistir. Onun için de gerek öykü, gerek şiir yazarken malzeme sıkıntısı çekmiyorum. Yurdum insanının yaşayış biçimini, hayat standartlarını ve karakteristik özelliklerini yakinen gözlemleme fırsatım bulunduğundan; başkaca kaynak arayışına yönelmedim. Ve ayrıca havasını soluduğum, sularını içtiğim, dağını ovasını karış karış gezdiğim yurdumda; görgü tanıklığım, anekdotlarım öykülerle ya da şiirlerle sınırlandırılacak boyutta değildir. Ansiklopedi olur belki de…
Haricen soru ekinizde, bahsettiğiniz türden etkilendiğim, önemsediğim bir sanat skımı yoktur. Mutlaka geçmiş dönemlerde aidiyet kazanmış akımların, kendi yörüngelerinde yakaladığı bir takım yenilikler ve bir takım standartları olmuştur. Yalnız ben pek fazla dondurulmuş bir düşünceyle veyahut da katı pozitivist mercekle bakmıyorum olaya. Çünkü sanatın nirengi noktasına henüz ulaşılamamıştır ve ucu daima açıktır. Mesela Romantizm, Klasizme karşı bir tepki mahiyetinde coşkuculuğu esas alsa da mükemmelliğin gerisinde kalmıştır. Bununla birlikte bir Victor Hugo’yu, bir Samuel Taylor’u bir Shakespeare’i ve ayrıca bir Goethe’yi bünyesinde şekillendirmiştir tabi. Daha sonraları Balzac ve Stendhal bu akımdan vazgeçerek Realizme geçmiştir.
Türk Edebiyatında en çok Romantizm ve Realizm esas alınsa da, kendi kültürümüz ve toplum dinamiklerimiz çok farklıdır. Nedeni, Batıda ki kurumsal yapısıyla burjuvazi, bize göre bağdaşık değildir.
Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi Natüralizmi, Tevfik Fikret ve Yahya Kemal gibi Parnasizmi eserlerinde baz alanlar da olmuştur hakeza. Ben temel dokusuyla kendi kültürümüzün harmanlanmasından yanayım. Bazıları buna “Oryantalizm savunuculuğu” diyeceklerdir muhtemelen. Fakat oryantalizmin de teorisyenleri yine Avrupalı sanat müstemlekecileridir sonuçta. Neyse, çok su götüreceğinden bu girift konuyu noktalayalım isterseniz.
Soru: En çok beğendiğiniz şiirinizi sorsam?
–Öyle deste başı nitelemesiyle tasnife tabi tutacağım bir şiiri yazmadım henüz. Ancak her platformda okuyacağım şiirlerimden birkaç tanesi, “Gençlik Efsanesi”, “Dünya Barışına Katkı”, “Klasik Duruş” ve “Bayrağımdır İlk Aşkım” diyebilirim.
GENÇLİK EFSANESİ
Anafor gibiydik gönül tasında
Gençliğimiz bizden farımadan önce
Çiğ düşerdi üstümüze şafakta
Bağrımıza deli rüzgâr eserdi
Sararıp kurumadan önce
Göğ ekin gibiydik şu hayat tarlasında
Heyhat!
Ayağı sekili gözü sürmeli
Alnı sakar haşarı tay gibiydik
Durup dinlenmek nedir ki yorulmak nedir
Bilmezdik nicedir
Ve adeta bir çelik yay gibiydik
Heyhat!
Sığmazdık kabımıza kabuğumuza
Heyecanlıydık
Kalaycı körüğünden farksızdı yüreğimiz
Patlamaya hazır volkan gibiydik
Beyine sıçrayan kan gibiydik doğrusu
Tâbir-i câizse eğer;
Çiçeği burnunda delikanlıydık
Heyhat!
Düşünce ufkumuz tahayyülümüz
Sonsuza açılan kapıydı sanki
İhtilâl yapardık sıfır üç sularında
Ay ışığında
Devlerin uykuya daldığı anda
Vira kamçılanan cesaretimiz
Göğsümüzde kâgir yapıydı sanki
Heyhat!
Biz idik Zaloğlu Rüstem evet
Şâh-ı Merdan Ali biz idik aheyyy!
Ya öyle inanırdık
Ya da kendimizi öyle sanırdık
Dik bakışlı Aslanların yatağı
Yiğitlerin merkez üssü otağı
Köroğlu’nun Çamlıbel’i biz idik aheyyy!
Şahbazları gözünden gölgesinden tanırdık
Heyhat!
Sonunda anlaşılan görünen veçhesiyle
Hazin ve gerçek olan
Silüetten ibaretmiş o netâmeli hayat
Gayrisi yalan…
Ömür yıldızımız kaymak üzere
Tadı yok böylece bitkisel yaşamanın
Hava kirli ekmek küflü su bayat
Hâsılı gidip de dönmeyenlerin;
Biz de gideceğiz gittiği yere
Heyhat!
Ahmet Süreyya DURNA
Soru: Ülkemizde ve dünyada en beğendiğiniz üç şair ismi verebilir misiniz? Onların şiirlerinden ya da düşüncelerinden etkilendiğiniz oldu mu?
–Faruk Nafiz Çamlıbel, Necip Fazıl, Yahya Kemal Beyatlı beğendiğim ve kısmen etkilendiğim şairlerdendir. Faruk Nafiz Çamlıbel’in, “Han Duvarları”nı ya da “Çoban Çeşmesi”ni okuyup da etkilenmemek mümkün mü? Orada aşk var, hüzün var, gurbet var, hasret var, yokluk ve çaresizlik var…
Yahya Kemal Beyatlı’nın; “Sessiz Gemi”siyle “Eylül Sonu” adlı şiiriyse “zeval vakti”ni ve ölümü hatırlatıyor. Necip Fazıl’ın, “Annem ve Aydınlık” şiirlerindeki dokunuş ise daha başkadır.
Salt bu iki örnekle tarif etmiş olmuyorum dev şairleri. Başlı başına bir çağlayandır söz konusu isimler. Gerçi siz üç isimle sınırlandırdınız ya, yabancı şairlerden de, Bahtiyar Vahabzade, Pablo Neruda, Boris Pasternak’da beğendiğim şairlerdendir. Bilhassa Pasternak’ın, “Şairlerin Ölümü” şiirini sık terennüm ederim.
Soru: Diğer kitaplarınızdan söz eder misiniz?
–Edebiyat Seçkisi “Denemeler” , askerdeyken kaleme aldığım ilk eserimdir. Bir nevi kalem ve kelam egzersizimdir. Bunca geçen zaman zarfında “sentaks” olarak ben de bir şeyler değişmemiştir. Şimdi de yazacak olsam, yine aynı kalıp da ve aynı dil armonisiyle yazarım.
“Muzur İkili” hikâyeler ve “Üç Değirmen Ötesi” adındaki öykü kitabım ise Anadolu’da bizatihi yaşanmış, içerisinde pek az kurgu barındıran çoğu gerçeğe dayalı hayata dair yansımalardır. Kırsallar da bir diyalektik manifestosu da diyebiliriz. Maşallah sayısına bereket, memleketimiz de her üç kişiden beşi (bu bir ironidir) şairlik heveskârlığına soyunduğundan, bu tür eserlere imza atmayı yeğleyen kıt bulunmaktadır.
Geçmişle geleceğin arasına perde çekmek değil, köprü kurmanın gerekliliği üzerinde durmak gerekir. Öykü ve öykücülük, bu bakımdan bir zarurettir bakıldığında. Zaman aşımından mütevellit unutulmuşluğa itilen yaşanmışlıkları, gelecek nesillere aktarmaktır aslolan… Şahsen, bunu başarmaya azami gayret göstermekteyim.
“Şafak Taarruzu” şiir kitabım, değişik temalar içerse de genellikle hiciv ağırlıklı şiirler manzumesinden ibarettir. Çoğu dörtlüklerle kombine edilmiştir. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu son çıkan öykü kitabımın ardından; nadasa bıraktığım şiirlere yeniden yatay geçiş yapmanın hazırlığı içerisindeyim.
Teşekkür ederim.