Bir Kim Ki Duk Filmi: Unknown Adress
Dünya sinemasında kendine özgü eserleri ve yönetmenleriyle ön plana çıkmayı başarmış örneklerden biri de Güney Kore sinemasıdır. Bu sinemanın adından en çok söz ettiren ismi ise, 1960 doğumlu yönetmen Kim Ki Duk’tur. Birçok filmi ile ödüller kazanmış bu yönetmen, kendinden önceki hiçbir yönetmene benzemeyen son derece çarpıcı, etkileyici, sıradışı sinema anlayışıyla “Samaritan Girl”, “The Coast Guard”, “3-Iron”, “Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring” gibi çok sayıda başarılı filme imzasını atmıştır.
“Unknown Adress” de bunlardan biridir. Kim Ki Duk’un 2001 yılında yönetmenliğini üstlendiği “Suchwiin Bulmyeong” ya da Tükçeye “Adresi Belli Değil” şeklinde çevirebileceğimiz bu filminin konusu 1970’li yıllarda Güney Kore’de bir Amerikan üssü yakınlarında bulunan kırsal bir kasabada geçer. Filmi iyi anlayabilmek için her şeyden önce Kore Yarımadası’nda 1950’li yıllarda yaşanan trajediye dönüp bakmak gerekir.
1950-1953 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri, aralarında Türkiye’nin de olduğu müttefikleriyle beraber komünizm isteyen Kuzeylilere karşı Güneylilerin yanında yer alarak iç savaşa müdahil olmuş ve etkileri günümüzde de olanca gerginliğiyle devam eden bir ayrışma sonucu aynı yarımada üzerinde yaşayan aynı halk Kuzey ve Güney Kore diye ikiye bölünmüştü.
Bu bölünmüşlüğün ardından Amerika Birleşik Devletleri üsleriyle ve kültürüyle Güney Kore’ye yerleşmiş, Kuzey Kore ise tamamen içine kapanık, izole edilmiş ve babadan oğula geçen kendine has bir komünizm modeliyle yönetilir hale gelmişti.
“Unknown Adress”te işte bu trajediye ve sonuçlarına her yönden göndermeler vardır. Yoksul kasabada ilk gördüğümüz sahneler boyunlarından ip geçirilerek ağaçlara asılan ve sonra kalın sopalarla öldürülen köpeklerdir. Filmin başında Kim Ki Duk çekim sürecinde hiçbir hayvana zarar verilmediğini söyleyerek yürekleri biraz olsun ferahlatmıştır. Ancak şiddet o sahnelerde o derece yoğundur ki kimi zaman bakmak istemezsiniz. Aslında şiddet sadece köpeklerin etleri için öldürüldüğü o sahnelerde değil filmin pek çok yerinde normalin üstündedir.
Yarı siyahi Chang-Guk Amerikan askerleri tarafından terkedildiği anlaşılan eski bir otobüste annesi ile beraber yaşamakta ve geçimini katlettiği köpeklerin etlerini restoranlara satan bir adamın ayak işlerini yaparak sürdürmeye çalışmaktadır. Sanki dünyaya olan hıncını köpeklere işkence yaparak alan patronu, Chang-Guk’u da kendisi gibi yapmaya çabalamakta, genç adam direndikçe aşağılamakta, tekme tokat dayak atmaktadır. Melez genç, savaş sırasında annesi ile birlikte olduğu anlaşılan siyahi babasını hiç görmemiş, annesi ise o günden bu yana kendisini çocuğuyla başbaşa bırakıp giden o adama yazdığı ve yanıtını asla alamadığı mektuplarla kendini avutan bir zavallı haline gelmiştir.
Kasaba öyle bir kasabadır ki, sorunlu olmayan neredeyse hemen hiç kimse yoktur. Sadece yoksul kasabalılar değil, binlerce kilometre uzağa düşmanının dahi kim olduğunu bilmeyen ama savaşmak için gönderilmiş askerler de sorunludur. Onlardan birisi tek gözü görmeyen genç bir Koreli kızı tedavi ettirerek ona sahip olacağını düşünmekte, kız da bu iyiliğin karşılığının tam da bu olduğunu kabul ederek ona teslim olmaktadır. Şiddet, uyuşturucu, sapıklık, hırsızlık her yöne sinmiştir. Gücü olan gücü olmayanı, parası olan parası olmayanı ezmekte, anneler çocukları tarafından dövülmektedir.
Sorunlar içinden çıkılamaz bir hal almaya başladığında şiddetin boyutu insan öldürmeye varacaktır. Yoksulluğun, adaletsizliğin, istismarın kıskacında gelişen ilişkiler sürekli bozulacak ve sonunda en akıllı uslu görünen insanlar bile cinnet geçireceklerdir.
Ama umut epeyce tereddüt edecek, sonra dayanamayacak, insanlık onurundan cüretini alacak, biraz can acıtacak ve minik bir kıvılcım gibi göz kırpmayı başaracaktır.