Site icon Dergilerden, Filmlerden, Kitaplardan

GİTMEK: BENİM MARLON VE BRANDOM

GİTMEK: BENİM MARLON VE BRANDOM

Yönetmenliğini Hüseyin Karabey’in yaptığı “Gitmek: Benim Marlon ve Brandom” isimli film gerçek bir aşk öyküsünü anlatıyor. Filmin başrollerinde Ayça Damgacı ve Hama Ali Khan var. Filmin konusu ise Ayça ve Hama Ali arasındaki aşkın buluşma macerası… İki oyuncu gerçek hayatlarını oynuyor.

Adını ilk işittiğimde bir aşk öyküsünü anlattığını tahmin etmiştim. Yönetmeni Hüseyin Karabey’i “Sessiz Ölüm” filminden bildiğim için nasıl bir aşk öyküsü olduğu büyük merak uyandırmıştı. Elbette başka meraklarım da vardı: Örneğin, “gitmek” bir olumsuzluğu çağrıştıryordu bende ve ayrılıkla biten bir aşk öyküsü beklemeye başlamıştım.

Burada yanılmıştım. “Gitmek” bir ayrılığı değil, sevgiliye ulaşmak için harcanan emeğin fiiliydi.

İstanbul’un yoksul mahallelerinden başlayıp, “ora”ya yani coğrafi tabirle güneydoğuya uzanan, Irak sınırını geçmeye çalışan ancak sınır kapalı olduğu için kuzeye yönelip bu kez İran’a giriş yapan ve orada biricik aşkıyla buluşmayı bekleyen bir “gitmek”ti bu.

Ayça ve Hama Ali geçmişte bir film yapımında beraber çalışmışlar, bu sırada birbirlerine aşık olmuşlar, sonrasında ise nesnel ve öznel şartların zalim işbirliği sonucu ayrı düşmüşlerdi. Hama Ali memleketine, Süleymaniye’ye dönmek zorunda kalmıştı. Türkiye’de kalması hukuksal açıdan mümkün değildi, Ayça ise ondan bir haber almak umuduyla yaşar olmuştu.

Tarih, Amerikan emperyalizminin “Irak’a özgürlük” bahşettiği günlerdi.  Bu özgürlüğün ne menem bir özgürlük olduğunu bilen Ayça, Yankee’yi protesto eden kitle gösterilerine katılıyor, televziyon kanallarında umutsuzca güzel haberler bekliyordu. Aralarındaki biricik iletişim telefondu ne var ki günler “özgür”leştikçe telefon hatları payına düşeni alıyor, artık aşkın sesini duymak bile Hama Ali’nin bin bir zorlukla gönderdiği video kasetlerdeki görüntülere kalıyordu. Hama Ali bu kasetlerde  hem aşkını anlatıyor hem de kısıtlı olanaklarıyla çektiği klipleri Ayça’ya sunuyordu.

Savaş elbette ki ayrılığın acısını bir kat daha arttırıyordu ve Ayça her merak eden sevgili gibi onu görmek için her şeyi yapmaya hazırdı. Paylaşmak zorunda kaldığı kimileri saçmaladığını düşünüyordu ama onu sadece merak edenler anlardı. Yapılabilecek bir tek şey vardı: Gitmek! O da onu yaptı.

İlk durağı Diyarbakır’dı. Buradan sınıra varmak için Mardin’e, Silopi’ye geçti. Ne var ki sınır malum özgürlükten ilk payını alan kurumlardan biriydi. Irak’tan gidene geçit, Irak’a gelene ise kilit’ti. Bunun üzerine Van’a yöneldi Ayça, oradan İran sınırını geçecek ve İran’ın Süleymaniye’ye yakın bir kenti olan Urumiye’de Hama Ali’yi bekleyecekti.

Dönemin koşulları ve Ayça’nın gencecik bir kadın olduğu düşünüldüğünde yaptığı işin ne kadar güç, ne kadar özveri istediğini söylemeye gerek bile yok sanırım.

Elbette Hama Ali de Urumiye’ye varmak için yola çıkmıştı. Onun karşılaştığı güçlükleri tahmin etmek ancak filmin sonunda karla kaplı dağ yamaçlarında yürürken üzerine açılan ateşi görmekle mümkün oluyor. Şunu anlıyoruz ki; Hama Ali de en az Ayça kadar emek harcıyor ve daha büyük bir bedel ödüyor. Ne mutlu onların yılmaz çabalarına.

Hüseyin Karabey işte bu çabaları dönemin ekonomik, sosyal, siyasal atmosferiyle öyle güzel bütünleştirmiş ki, bu filmi mutlaka izleyin derim herkese. Birkaç karede İstanbul’un yoksul varoşları, “ora”lıların hangi şartlarda yaşadıkları kitaplarla anlatılsa bu kadar etkili olmazdı belki de. İran’daki siyasal düzenin günlük hayattaki yansımalarından tutun da, İstanbul’da bir avuç kalmış gayri müslümün hala korku dolu yaşam savaşları, göçmenler,  doğu ve güneydoğuda olağan hal görmemiş milyonların günlük yaşantılarından kesitler…

Eline, yüreğine  sağlık Hüseyin Karabey…