“ MEMLEKETTE DEMOKRASİ VAR”
Film komedi filmi olarak değerlendiriliyor ama biraz dram, biraz politika, biraz da tarih çok da mizahi olmayan bir biçimde işin içine sokuluyor. İstediği bu olsa gerek yönetmenin, o yüzden burada itiraz edilecek bir şey de söz konusu değil zaten.
Adnan Menderes, Yassıada’da kurtuluşu için bir umut beklerken, adanın karşılarında bir köyde yaşayan bir delinin onu kaçırma çabalarını mizahi bir dille anlatıyor film. Deli yüz bin tane kibrit çöpü bulacak, bunların tozlarını toplayıp bir bomba yapacak, denizaltındaki dehlizden geçecek ve adaya vardığında bombayı patlatacak, Adnan Menderes de ortaya çıkan kargaşalıktan yararlanıp firar edecek.
Bütün bunlar herhangi bir komedi filmi için son derece doğal bir senaryo kabul edilebilir. Öte yandan böyle bir kaçırma işini akıllı birine yaptırmaya kalksa çok daha fazla eleştiri alacağını tahmin etmiş olmalı ki yönetmen, iki deli eylemi kotarmaya çalışıyor.
Film, idamın ne kadar yanlış bir cezalandırma olduğunu göstermesi, insan yaşamının önemi, demokrasinin herkes için elzemliği gibi pek çok olumlu mesajı veriyor gibi gözüküyor aslında. Ünvanı ne olursa olsun bir insanın idam edilmesini önlemek için başka insanların hele ki delilerin, hele ki demokrasi için seferber olması gerçekten çok güzel. Ama bütün bu güzellikler bu kadar önemli bir konu üzerine yapılmış filmi değerli yapmaya yetmiyor.
Memlekette Demokrasi Var’da, Menderes’in idama götürülüşü sahnesi, Baradan’ın geç kalmış eylemi ve ikisi arasındaki kısa diyalog, askerlerin ateş açmaları vb. sahneler ne komediye benziyor, ne dramaya. Ti’ye alınan pek çok Yeşilçam filmindeki sıradanlıklardan farklı değil hiçbiri. Yine de film boyunca Adnan Menderes’in demokrasinin geleceği için idam edilmemesi gerektiğini delinin ağzından çıkan sözlerle anlıyoruz birkaç yerde.
Ama Menderes’i idama götüren iddialar hakkında hiçbir şey göremiyoruz. Türkiye’de bir hafta önce yaşanmış bir şeyin bile çok çabuk unutulduğu gün gibi ortadayken, yarım yüzyıl önce gerçekleşmiş bir süreci çoğu izleyicinin bilmediği ya da eksik bildiği de bir gerçek. O süreç hakkında az da olsa bir bilgi verilmeden kurgu yapılınca – yönetmenin böyle bir niyeti olmasa dahi- Menderes’i badem gözlü sanmak gibi bir yanılgı için çok elverişli bir zemin oluşuyor. Diyelim ki film bu kısmı özellikle ve iyi niyetle dikkate almıyor. Amacı sadece demokrasiyi kutsamak ve bu idama karşı çıkmak. Bu durumda elbette ki idamın korkunçluğu ve demokrasiye vereceği zarar konusunda izleyiciyi yeterince ikna etmesi gerekmez miydi? Nitekim Deniz Gezmişlerin idamlarına yönelik göndermelerde böyle bir derdinin olduğu anlaşılıyor. Ama film boyunca uçkuruna düşkün bir subay, benzer dertleri olan bir kadın ve hiç de inandırıcı olmayan bir imam tiplemesi ve elbette iki delinin yaptıkları ön plana çıkıyor çok yerde, asıl konu geri planda kalıyor.
Belki uzak bir benzetme olacak ama Kieslowski’nin “Öldürme Üzerine Kısa Bir Film”inde, yönetmen, bir taksi şoförünü hunharca öldüren bir adamı ve yakalanıp idam edilişini anlatıyor. Adam cinayeti işlerken izleyici elinden gelse o katili bir kaşık suda boğmak istiyor, ama idam sahnesi ve o sona giden süreçte de bu kez bir kaşık suda boğmak istediği adamın idamına üzülüyor.
Bu arada simgesel değeri demokrasiye sahip çıkmak olan kibrit çöplerini ilk olarak bir imamın getirmesi de başlı başına üzerinde durulacak bir nokta bence. Yani bu ülkede demokrasiye en önce imamlar mı sahip çıkıyor?
Bu anlam sokakta biber gazıyla, coplarla, panzerlerle dağıtılan işçilere, yaptıkları yürüyüş sonrası 10 buçuk yıl hapis cezasıyla yargılanan ODTÜ’lü öğrencilere, basılmamış bir kitap için bile cezaevine giren gazetecilere, sanatçılara, bilimadamlarına yapılmış büyük bir haksızlık değil mi?