MICHAEL MOORE BELGESELLERİ
İki parmağını bir iş kazasında kaybeden işçi tedavi için hastaneye gittiğinde orta parmağının yerine dikilmesi için 60 bin dolar, diğer parmağı için 12 bin dolar para ödemek zorunda olduğunu öğrenir. Bütün dünyaya özgürlükler dağıtan Amerika Birleşik Devletleri iki parmağı kopan emekçiyi hangi parmağını seçeceği konusunda özgür bırakmıştır çünkü!
Michael Moore’un Sicko (Hasta) isimli belgeselinde en çok akılda kalan anlatımlardan biriydi bu. Belgesel Amerikan sağlık sisteminin bir avuç ilaç tekeli tarafından adım adım nasıl ele geçirildiğini, devlet başkanından pek çok diğer yöneticiye kadar devletin üst düzey kadrolarında görev yapan kişilerin bu tekeller tarafından nasıl kullanıldığını mükemmel anlatıyordu.
“Bowling for Columbine” isimli belgesel ise 20 Nisan 1999 tarihinde ABD Kolorado’da Littleton isimli küçük bir kasabada meydana gelen bir katliamdan hareketle, Amerika’daki yaygın silah kullanımını, sokaklardan okullara giren şiddeti pek çok örneklerle gösteriyordu.
Dönemin başkanı Bill Clinton’ın ABD’nin ne kadar eşsiz bir insan hakları savunucusu devlet olduğunu anlatan birbirinin tekrarı cümleleri bilmem kaçıncı kez sıraladığı dakikalarda Amerikan Hava Kuvvetleri dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük hava operasyonlarından birini yapıyor ve Kosova’da taş üstünde taş bırakmamak için son teknolojiyle üretilmiş bombalarını deniyordu. Bill Clinton bu dev operasyon esnasında “masum insanlara asla zarar verilmeyeceği”ni söylüyordu. ABD başkanı bu konuşmayı yaptıktan kısa bir süre sonra aynı mikrofonların karşısına geçecek ve bu kez Columbine Lisesi katliamını dehşete düşmüş bir şekilde açıklamak zorunda kalacaktı.
Liseli iki genç çeşitli silahlarla Columbine lisesini basmışlar ve hiçbir hedef gözetmeksizin önlerine kim çıktıysa rastgele ateş açmışlardı. Bütün dünyanın kanını donduran bu katliamda bir öğretmen on iki de öğrenci hayatını kaybetmiş, onlarcası ise yaralanmıştı. Güvenlik görevlilerinin katliam sonrası yaptıkları açıklamaya göre şayet iki caninin okula yerleştirdiği bombalar patlasaydı ölü sayısı üç yüzü geçecekti. Dünyaya özgürlük dağıtan Amerika Birleşik Devletleri’nde elbette ki Hitler’in doğum gününü kutlama özgürlüğü de vardı. İki katil 20 Nisan tarihini özellikle seçmişti.
Bu film ile 2002 yılında Oscar ödülü kazanan Moore törende yaptığı konuşmada kendisinin ve filmin senaryosunda görev almış tüm arkadaşlarının “kurgu”ya karşı olduğunu, “kurgusal seçim sonuçları”yla başa geçen “kurgusal bir başkan”ın, “kurgusal nedenler”le ülkeyi savaşa sürüklediğini söylüyor, Bush’a “utanın” diye sesleniyordu.
11 Eylül’ü farklı bir yaklaşımla ele aldığı Fahrenheit 9/11 ile birlikte bu iki belgesel tüm zamanların en çok hasılat elde belgeselleri oldu.
Capitalism a Love Story (Kapitalizm Bir Aşk Hikayesi) ise Michael Moore’un son belgeseli.
Çocukları ekran başından uzak tutmak gerektiği uyarısıyla başlayan film antik Roma ile günümüz ABD’sini karşılaştıran söylem ve görüntülerle devam ediyor.
Ronald Reagan’ın 4 Kasım 1980’de “kasabaya yeni şerif” olmasından sonra her şeyin kontrolünün tamamen tekellerin eline geçtiğini söylüyor Michael Moore bu filminde. Hazine Bakanlığı gibi ekonomiyi doğrudan ilgilendiren organlarda kilit kadronun dev tekellerden transfer edilmiş yöneticilerden oluştuğunu, bunun sonucunda da kararların sürekli olarak o şirketleri memnun etmeye dönük alındığını anlatıyor.
Evlerinin değeri tutarında kredi almaya teşvik edilip, sonra giderek artan taksitleri ödeyemedikleri için evlerine el konulanlar, çocuk bakım servisleriyle yargıçlar arasında yapılan gizli anlaşmalar sonucu boş yere hapse giren çocuklar, çalıştırdıkları işyerinde ne kadar genç ölürse o kadar çok kazandıran emekçiler, bir anda kapı önüne konulan binler, on binler.
Belgesel boyunca Moore kimi zaman dev tekellerin kapısını aşındırıyor, Amerikan halkı adına geldiğini söylüyor, görevlilerin şaşkın bakışları altında o güne dek çalınan milyarlarca doları geri istiyor. Kimi zaman ise olay yeri polislerinin yaptığı gibi suçlu bankaların binalarını şeritle çeviriyor. Eline bir megafon alıyor meraklı gözlerin şaşkın bakışları arasında bütün sorumluları vatandaşlık hakkını kullanarak tutuklamaya geldiğini, binayı boşaltmaları gerektiğini söylüyor.
Michael Moore’un kapitalizmi yerden yere vurduğuna bakıp da onun yerine sosyalist bir sistemi alternatif göstermesi gerekir diye düşünenler fena halde yanılıyorlar. Aslında Michael Moore’un bütün istediği kapitalizmin vahşetini azaltmak. Ülkesindeki sistemi başka ülkelerle karşılaştırdığında kendileri de öyle olsaydı gibi bir düşünce taşıdığı belgeselin birçok yerinde açıkça görülüyor. Japonya’daki, Almanya’daki sistemleri tercih ettiğini alenen söylüyor. Keza Sicko belgeselinde ülkesindeki sağlık sistemini eleştirirken sık sık Kanada’dan örnekler veriyor ve kendilerinin de öyle olması gerektiğini vurguluyordu.
Öte yandan belgeselin sonunda Rasmussen anketinden verilen şu rakamlar pek çok ezberi bozmaya yetiyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Obama’nın başkan seçilmesinden sonra yapılan bir ankette, gençlerin yüzde 37’si kapitalizmi, yüzde 33’u sosyalizmi benimsediğini söylerken, yüzde 30’luk bir kitle kararsız görünüyor.
O kararsızların varacağı karar bütün dünyayı yakından ilgilendiriyor.
MICHAEL MOORE BELGESELLERİ