Sen de Gitme
Filmin Adı: Sen de Gitme
Yapım Yılı: 1995
Süresi: 107 dakika
Yönetmeni: Tunç Başaran
Senaryo Yazarı: Ayla Kutlu (Roman), Macit Koper, Tunç Başaran
Görüntü Yönetmeni: Colin Mounier
Müzik: Yalçın Tura
Sen de Gitme Triyandafilis, memleketim olan Antakya’yı anlatan en güzel öykülerden biri. Sen de Gitme ise birçok başka güzelliğinin yanında, o öyküden yola çıkılarak Antakya’yı anlatan en güzel filmlerden birisi.
Bu yazı vesilesiyle geçtiğimiz yılın sonlarında yitirdiğimiz usta yönetmen Tunç Başaran’ı anmak ve bir saygı duruşunda bulunmak isterim önce. Tunç Başaran, kitaptan sinemaya uyarlanan filmlerde sıkça rastlanan hayal kırıklıklarına bir yenisini eklemediği gibi, muhteşem öykünün değerine artı değerler katmış bu filmle. İlle de Sezar’ın hakkını birine vermek isteyen öyküyü de filmi de yeniden okumak zorunda bence.
Ama bu filmi Antakya özelinde değerlendirmek ya da sadece Antakyalı bir pencereden bakmak filmin ana temasını son derece haksız bir biçimde atlamak olur. Sen de Gitme, her şeyden önce çok başarılı bir savaş karşıtı filmdir. Hatta ülkemizde çevrilen en başarılı savaş karşıtı filmdir. Triyandafilis’in “gitme” dediği herkes askerdir ama “gitme” demesi, yalnız kalma bencilliğinden çok daha fazla bir şeydir. Triyandafilis sadece sevgililerine değil, asker üniforması içinde gördüğü her genç erkeğe “gitme” demiştir.
Filmin senaryosu, Antakyalı yazar Ayla Kutlu’nun defalarca basılmış ve bolca ödül almış Sen de Gitme Triyandafilis isimli kitabında yer alan aynı adlı öyküden yazılmış.
Filmin hemen başında “Antakya, 1939 Sonları” ibaresini görürüz. Bu tarih bütün dünya için İkinci Dünya Savaşı’nın can yakmaya başladığı yıldır ama Antakya ve Hatay için bir başka anlamı daha vardır. Bu tarih, 1919 yılında başlayan Fransız manda sürecinin bittiği ve Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne iltihak ettiği senedir aynı zamanda. Dünya tarihi içinde yirmi yıl gibi kısa bir süre olsa da Antakya için adeta format edilmiş bir sabit diskin başına gelenler kadar izler bırakan bir Fransız manda süreci çok güzel anlatılmıştır bu filmde. Yine bir Antakyalı izleyici olarak dikkatimi verdiğim ve bütün kentte herkes tarafından çok önemsenen “dünya barış ve hoşgörü kenti” olma sıfatına da mükemmel göndermeler vardır.
Bir cami hocasıyla bir papazın İkinci Dünya Savaşı’nın zorlu yıllarında biricik ulaşım aracı olan bir eşeğe sırayla binmeleri örneğin. Kaş göz arası beliren o sahne muhtemelen en az bir Antakyalının dikkatini çekmiştir. Çünkü orada yüzlerce yıldır süre gelen çok kültürlü, çok kimlikli bir yaşam vardır ve onu bozmaya çalışan her türlü çabaya rağmen varlığını sürdürmektedir.
İlk sahne bir zamanlar dillere destan olan Antakya kale surlarını çağrıştırırcasına çok güzel bir evi çevreleyen yüksek duvarların ve onları aşmak isteyene zulüm demek olan cam parçalarının ürkütücü görüntülerinden oluşur. Yalçın Tura’nın müziği bu atmosfere eşlik eder ve istisnai birkaç yerde tempo değiştirse de filmin sonuna dek benzer makamda devam eder.
Kamera daha sonra evin içine girer ve film boyunca en önemli mekân olan bu evin içinde kısa bir tur atar. Bu turda evin kapıları özel bir çabayla görüntülenmiştir. O kapılar bir kişi için hapishane kapılarından farksızdır. Güzeller güzeli Triyandafilis’tir o..
Antakya’da yaşayan zengin bir Rum ailenin kızıdır Triyandafilis. Fransız oyuncu Olivia Bonamy’nin müthiş bir performansla canlandırdığı genç kızın aklı küçük bir çocuğun aklı kadar geri kalmıştır. Ailesi tüm çabalarına rağmen genç kızın bu sorununa çözüm bulamamış, tek çare olarak evin dışındaki tehlikelerden onu korumak için evden çıkmasını önleyecek tedbirler almıştır. Kapılar sürekli kapalı ve kontrol altındadır. Evdeki tüm çalışanların asıl işleri dışındaki görevi Triyandafilis’in kaçmasını önlemektir. Aklı fikri en küçük fırsatta dışarı çıkmak hatta kaçmak olan Triyandafilis bunu başaramadığı anda kendisine ait olan eşyaları dışarı atmak suretiyle özgürleştiğini hisseder. Bedeni özgürlüğe çıkamasa da en azından eşyaları başaracaktır. Babasının iş görüşmelerinden birine refakat eden yakışıklı Fransız askeri Pierre’i gördüğü andan itibaren Triyandafilis’in dışarıya çıkma tutkusu önlenemez bir hal alır. İlk görüşte aşık olmuştur o askere ve üstelik bu ilgisi karşılıksız da değildir. Ama sonu hüsranla bitecek bir aşktır yaşadıkları. Kendisini en az babası kadar seven bakıcısı Sultan’ın yarattığı kaçamaklarla görüşür iki aşık birçok kez. Ama Fransa’nın artık sayılı günleri vardır Antakya’da ve yakışıklı asker kısa bir süre sonra ülkesine gitmek zorundadır.
Ama gitmek zorunda olan sadece Pierrre değildir. Triyandafilis’in, Fransız askerlerine yiyecek temin eden ve bundan ötürü de epeyce para kazanan babasına da yeni Hatay’da yer yoktur. Politik bir söylemle işgalci bir ordunun işbirlikçisi olduğu açıktır ama bu gerçek izleyicinin gözünün içine batırılmadan dillenir.
Türk sinemasının en deneyimli isimlerinden biri olan Fikret Hakan’ın yine büyük bir başarıyla rolünü üstlendiği baba, maalesef kızını götüremez, çünkü genç kız “gitme” diye yalvardığı sevgilisinin ardından bir fırsatını bulup kaçmış ama kaybolmuştur. Genç kızın son görüntüleri Pierre’i bulma umuduyla bindiği bir Fransız askeri kamyonudur. Bu kaybolma sürecinde başına neler geldiğini herkes çok iyi bilir ama bunların hiçbiri görüntülere yansımaz, ardından koştuğu ve içi asker dolu bir kamyon ve onu içeri almak için uzanan işgalci eller her şeyi anlatmaktadır… Savaşın savaşmayanlar üzerindeki yıkıcı etkisi hiçbir ajitasyona gerek kalmadan bu sahneyle çok güzel anlatılmıştır.
Baştan sona savaş karşıtı bir film olan Sen de Gitme’nin bu en temel mesajı sadece o sahnede değil, filmin bütününde Triyandafilis’in aşkları, bakıcısı Sultan’ın anaç düşkünlüğü ve aralarındaki dolaysız, çıkarsız sevgi ve keza diğer karakterlerin ruhsal dünyaları ve karşılaştıkları trajik sonuçlarda hissettikleri duygular üzerinden anlatılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı ve Kore Harbi film boyunca en çok akılda kalan savaşlar gibi gözükse de filmin barındırdığı alt temalarda başka birçok savaşın izleri vardır. Hatay’ın işgali sürecinde Kuvayı Milliye ile Fransız askerleri arasında süren savaş örneğin. Bu savaştan hiçbir zaman söz edilmez ama Sultan’ın eşi İlyas iki ayrı sahnede Fransız askerlerinin sürekli çekilerek Antakya’da sıkışıp kaldığını vurgular. Keza Birinci Dünya Savaşı’nın da adı geçmez, 1915 Olaylarının da. Ama Sultan’ın ağzından duyarız ki “başka yerlerde” gidenlerin yerine konmuştur pek çok kişi. Gidenlerin kim olduğunu anlamak için herhangi bir etnik kimlik tarifine gerek yoktur. İkinci Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllarda savaşın getirdiği radyo haberlerinde hissederiz. Ülke içindeki kafa karışıklığı ise Hitler yanlısı bir kişinin saçmalaması ile anlatılır. Ama savaşın en ağır bedelini ödeyen insanlar da yine müthiş bir ustalıkla anlatılmıştır. Bu anlatımın içinde ne gaz odaları vardır ne toplama kampları ama savaşın getirdiği yıkım sürecinde hayatta kalmaya direnen Sultan emanet oturduğu evin bir kısım eşyasını Musevi olduğu anlaşılan bir tüccara satmak zorunda kalmıştır. Bu görüntüler bir yandan yine Antakya’nın çok kimlikli, çok kültürlü yapısına bir gönderme yaparken aynı zamanda savaşın en çok vurduğu Yahudileri hatırlatarak, çektikleri acıları bir parantez içine alır.
Acı ve hüzün hep ön plandadır filmin tamamında. Mutlu birkaç kare müziği de keyiflendirir aynı anda. Bu anlar gitmek eyleminin söz konusu olmadığı zamanlardır. Hele ki onun tam zıddı bir eylem gerçekleşmişse, mesela Rıfat’ın askerden izinli dönüşünde ya da Triyandafilis’in yıllar sonra evine dönmeyi başarıp Sultan’la karşılaşmasında müzikteki keyif doruğa çıkar.
Triyandafilis’in Pierre’den sonraki aşkı Rıfat da Kore’ye savaşmaya gidecektir. Onun kaybını da ancak radyo haberlerinden öğrenir izleyici ama acı onunla da bitmez. Sıradaki en büyük olandır. Sultan gözü arkada veda eder hayata. Öleceğini anladığı andaki üzüntüsü Triyandafilis’i yalnız bırakacağı içindir.
Sonrasında perili köşkteki bir hayalettir Triyandafilis. Onun için tek değişmeyen şey, gördüğü her askerin omzuna dokunmak ve “gitme” demektir.