“HAZZAN DENİZİ”NİN KARANLIK SULARINDA
(Cansu Aydın’ın bir makalesi)
Ülkü Tamer “Şiir İçin Cevaplar” adını verdiği şiirinde şiirin gecenin kardeşi, gündüzün annesi olduğunu söyler (1). Şiir ve gece birbirine çok benzer. İkisi de birer sır perdesidir; aydınlıkları içinde saklar. İkisi de karanlık ve gizemlidir. Karanlık ve gizem… Kimi zaman bir şiiri okumak- okuyabilmek- de binlerce metre derinliğindeki bir denizin karanlık sularında yitip gitmek gibidir. İnsan, söz ve imge girdaplarının arasında kaybolur. Aktaş’ın “Semender Mumyaları” adlı kitabındaki şiirlerden birinin ismi de “Hazzan Denizi”
HAZZAN DENİZİ
kendi gölgemin avcısı olarak
uzun yollara düştüğümden beridir
eğleşmedim hazza düşkün
gönüllü yeni ve eski çerilerin arasında
sîne-i gülşenimizde berkitilmiş bir gezgin
olarak aşk dağını yüreğimin fitiliyle tutuşturdum
hazzan denizinin derisini yüzdüm
ve giyindim eğnime
şarap aşk ateşini çaldı saldırıyor pamuğa
pencikli bir karasevdaya düştüm
lâkin vaktin kazası yok idi
kaderimin mumuyla aydınlattım aşk meclisini
gayri can ipliğini parmağıma dolayıp sallarım ben
(S. :8)
Hazzan “hüzünlü”, “hüzün ile ilgili” gibi anlamlara gelmektedir. Şair, “hazzan denizi” tabirini kullanarak sözdizimsel sapmaya gitmiştir. Hüzün sözcüğünün sözlük anlamı ise “iç kapanıklığı, sıkıntı, gönül üzgünlüğü, keder”dir. Acı, kahır, esef, ıstırap, teessüp, hayıflanma, keder, gam, dert, hicran, içlenme, garipseme, can sıkıntısı, efkârlanma, karamsarlık, yeis, gaile, dağdağa, yas, matem, üzüntü gibi eş anlamlıları vardır. Sevinç ve neşe ise onun karşıt anlamlarıdır. Klasik Türk Edebiyatı şiirlerinde âşıklar sürekli olarak hüzün içindedir. Âşığa en çok hüzünlü olmak yakışmaktadır. Hüzün sözcüğü, Yakup Peygamber’in “külbe-i ahzân” (hüzünler kulübesi)ını çağrıştırmaktadır. Yakup Peygamber, Oğlu Yusuf’u kaybedince o kadar üzülmüştür ki ağlamalarından kentteki diğer insanlar rahatsız olmuştur. Bunun üzerine, o da kendisine şehir dışında bir kulübe yapmıştır. Bu kulübesinde oğlu. Yusuf için ağlayıp durmuştur. O kadar gözyaşı dökmüştür ki gözlerini kaybetmiştir. Hüzün, manevi hâl ve makamdır, şair de hüzünlerin sultanıdır. Öyle ki aşk derdiyle ilgili bütün hüzünler ondan sorulur. Âşığın ebedî dostudur, üstelik hocasıdır. Hüzün öyle bir hocadır ki âşık hemen hemen bütün ilimleri ondan öğrenir (2).
Deniz ise çok geniş alan kapsayan engin su kütlesidir. Klasik Türk edebiyatı şiirlerinde çok kullanılan bir motif ve unsurdur. Sonsuzluğu, derinliği, büyüklüğü bolluğu ifade edebilir. Denizlerde nice gizli hazineler, inci gibi çok değerli cevherler vardır. Nasıl ki akarsular denize dökülür, aşığın gözyaşları da vahdete (mutlak varlığa) ulaşır. Ya da âşığın gözyaşları birikerek bir denize dönüşür. Deniz, âşığın belâ yurdu da olmuştur. Aşk denizine düşen şair ya yılana (rakibine) ya da sevgilisinin saçlarına sarılır. Tasavvufta deniz vahdeti simgelediği gibi kâmil insanı da simgeleyebilir. (3)
Şiirde Yakup Peygamber ile ilgili bir mazmun vardır. Yakup Peygamber’in kaybettiği Yusuf için döktüğü hüzün gözyaşları bir deniz olmuştur. Şair, bu olaya telmihte bulunmuştur. Şairin şiire ismini verdiği “Hazzan Denizi” orijinal bir imgedir. Bu imge hem Yakup Peygamber’i çağrıştırmaktadır hem de bu imgeyle vahdete ulaşmanın kolay olmadığını, vahdete ulaşmak isteyen insanın da ıstırapları göze alması gerektiği anlatılmak istenmiştir. Vuslata giden aşk yolu, çileli bir yoldur. Sufiler hakikat aşamasına gelmek için nefisleriyle çetin mücadelelere girişir. Hakikate ulaşmak demek hem bu dünyadaki hem de öte dünyadaki cennetten vazgeçmek demektir. Kul yalnızca Allah’ın rızası için ona ibadet ve kulluk etmelidir. Sufiler tarikata giriş aşamasında dahi dergâhta kırk gün çile doldurur. Mevlevîlikte ise bu süre bin bir gündür. Kişi bir yere kapanıp ibadetle meşgul olur. Her geçen gün yemesini, içmesini, uykusunu azaltır. Belânın en şiddetlisi de peygamberlere ve velilere musallat olur.
“kendi gövdemin avcısı olarak
uzun yollara düştüğümden beridir
eğleşmedim hazza düşkün
gönüllü yeni ve eski çerilerin arasında
sîne-i gülşenimizde berkitilmiş bir gezgin
olarak aşk dağını yüreğimin fitiliyle tutuşturdum
hazan denizinin derisini yüzdüm
ve giyindim eğnime
…”
Gölgeyi sûretin sûreti olarak tanımlayabiliriz. Tasavvufa göre Allah, insanları kendi sûretinde yaratmıştır, kâmil insan Hakk’ın sûretidir. Hakk, bu sûretlerde kendisini görür. Bunlar, Hakk’ın tecellisidir. Gölge sûretin sûreti olduğundan dolayı kesretten (gölgeden) vahdete (asıl sûrete) zorunlu bir dönüş vardır. (4) Şairin peşine düştüğü aslında kendi gölgesi; yani kendisidir. Şair kendisini; yâni aslını, özünü aramaktadır. Türk şiirinde av denince akla İbrahim Edhem ile ilgili av söylencesi gelmektedir. Söylence şöyle rivayet olunmuştur:
Bir sultan veya şehzade olduğu ileri sürülen İbrahim Edhem, bir ava çıkar. Av sırasında aklı karışık düşüncelerle doludur ve birden “Uyan!” diye bir ses duyar; ama aldırış etmez. Bu ses iki kere daha tekrarlanınca dönüp çevresine bakınır, bir ceylanla göz göze gelir. Ceylan ona “Beni, sen avlayasın diye gönderdiler sanma! Sen beni avlayamazsın. Bunun için mi yaratıldın?” der ve ortadan kaybolur. İbrahim Edhem de bunun kendisi için bir uyarı olduğunu sezer, tacını tahtını bırakıp kendini tasavvufa adar. Gezgin bir derviş olur (5). Şiirde İbrahim Edhem ile ilgili bir mazmun vardır. Şair, İbrahim Edhem’in başından geçtiği rivayet olunan bu esrarengiz olaya telmihte bulunmuştur.
Çeri, bulundukları yerde güvenliği sağlayan askerlere denir. Kalabalık halk yığınları da çeri olarak adlandırılmıştır (6). Şair, bu dizelerde kelime oyunu yapmış, telmihte bulunmuştur.. “Yeni ve eski çerilerin arasında” sözü Osmanlı Devleti’nin geçmişte büyük zaferler kazanan ordusunu anımsatmaktadır. Şair hazza düşkün gönüllü yeni ve eski çerilerin arasında eğleşmediğini (oyalanmadığını) söyleyerek İbrahim Edhem gibi aşk yolunun yolcusu olduğunu, dünya hazlarının umrunda bile olmadığını ifade etmiştir.
Gülşen “gül bahçesi”, berkitmek ise “sağlamlaştırmak tahkim etmek” demektir. Şair Gül bahçesinde manevi yanını güçlendirdiğini söylüyor. Klasik Türk şiirinde gül bahçesi kimi zaman sevgili, kimi zaman sevgilinin mahallesi kimi zaman da şairlerin şiirleri ya da divanı olmuştur (7). Ayrıca, bu sözcük İbrahim-i Gülşenî adlı mutasavvıfı da çağrıştırmaktadır. Şairin sine-i Gülşen diye kastettiği İbrahim-i Gülşenî’nin öğretisi olabilir. Şiirde İbrahim-i Gülşenî ile ilgili bir mazmun vardır.
İbrahim-i Gülşenî Diyarbakırlı veya Azerbaycanlı olduğu rivayet edilmiş bir mutasavvıf; aynı zamanda da tefsir, hadîs ve fıkıh bilginidir. Şah İsmail, onu Şiiliğin yayılmasına bir engel olarak gördüğü için idam etmek istemiş, tutuklatmıştır. Ama o, bir muhafızın yardımıyla kaçmayı başarmıştır. Azerbaycan’dan Diyarbakır’a, oradan da Mısır’a geçmiştir. Yavuz Sultan Selim döneminde saygınlığı artmıştır. Kanunî dönemindeyse İstanbul’a gidip orada vaazlar vermiştir. Halvetiye tarikatının “Gülşeniyye” kolunu kurmuştur. Arapça ve Türkçe olmak üzere iki divanı ve Mevlânâ’nın “Mesnevîsi”ne nazire olarak yazdığı kırk bin beyitlik “Manevi” adlı bir mesnevisi vardır (8). Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin, üç yüz yıl önce bu zâta ve onun “Manevisi”ne işaret buyurduğu rivayet edilmiştir (9).
Sîne ise Türk şiirinde duyguların algılandığı yer olarak düşünür. Aşk yüzünden çekilen acılar, yaşanan heyecanlar en şiddetli bir şekilde sinede hissedilir. Klasik Türk şiirinde sevgilinin gamzesi, gözleri, bakışları, kirpiği aşığın sinesini yaralar. Sinenin üzerindeki kanlı yaralar gül bahçesi gibidir. Ayrıca sine, içinde gönül kuşu olan can kafesi olarak da düşünülmüştür (10). Şair, sine-i gülşende berkitilmiş bir gezgin olduğunu söyleyerek yaralarının (aşk yüzünden çektiği ıstırapların) kendisini olgunlaştırdığını da anlatmak istemiş olabilir. “Sine-i gülşen” iki kavramı da çağrıştırmaktadır. Şair, bu dizelerde iham/şüpheye düşürme sanatına da başvurmuştur.
Şair, aşk dağının yüreğinin fitiliyle tutuştuğunu söylüyor. Aşk; aşırı şiddetli sevgi ve güçlü bağlılık duygusudur. Klasik Türk şiirinin temelini de aşk oluşturmuştur. Aşk beşeri olabileceği gibi ilâhi de olabilir. Beşeri aşk, bir süre sonra ilâhi aşka dönüşür. Aşk, âşığı ilme, irfana ve ümrana götüren bir köprüdür. Aşkın olduğu yerde hüzün ve ıstırap vardır. Ayrıca; aşk, engin bir deniz olarak da görülmüştür. (11)
Türk şiirinde yürek “kalp” ve “gönül” olarak da geçmektedir. Aşığın aşkıyla ilgili her düşünce ve duyarlılığın algılandığı yerdir. Aşığın gönlü aşk derdiyle perişan olmuştur ve ateş olup yanmaktadır. Bu ateş ebediyen yanacaktır, onun sönmesi mümkün değildir (12). Dağ ise Klasik Türk şiirinde inlemesi, yankı vermesi, yüksekliği, ululuğu, büyüklüğü, bağrının taş olması, üzerinde sulardan seller oluşması ve hasret duygusu uyandırması gibi nedenlerle anılmıştır (13). Şair aşk dağını ateşliyor; dağın ışığıyla her taraf ışıl ışıl olacak, aydınlığa boğulacaktır. Şair mübalağa/abartma sanatına başvurduğu bu dizlerde hem aşkının büyüklüğünü hem de aşkıyla -kendisiyle özdeşleştirdiği mutasavvıflar gibi- toplumu aydınlattığını, topluma ışık olduğunu dile getirmiştir. Mutasavvıflar dünya nimetlerine önem vermez; ama bu onların toplumla ve dünyayla ilgisiz, toplumsal duyarlılığa sahip olmayan insanlar oldukları anlamına gelmez. Sufiler tarih boyunca toplum için ışık olmuştur. örneğin Yunus Emre , Mevlana, Hacı Bektaşi Veli gibi mutasavvıflar insanların birbiriyle kardeş olduğunu, birbirine hoşgörüyle yaklaşmaları gerektiğini, düşmanlığın yanlış olduğunu savunmuşlar, bu şekilde toplumu bilinçlendirmeye çalışmışlardır. Onların öğretilerine göre insan çok değerlidir. Mevlevî dergâhında yetişmiş ünlü Divan Şairi Şeyh Galip bir beytinde insanın değerini ifade etmek için onun âlemin gözbebeği olduğunu söyler:
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen” (14)
[ (Ey, gönül!) Zâtına hoşça bak; çünkü sen âlemin özeti, kâinatın gözbebeği olan insansın.]
Osmanlı medeniyetinin inşasında da mutasavvıfların büyük rolü olmuştur. Örneğin; Hacı Bayram-ı Veli, Anadolu’da bir sigorta sistemi kurmuştur. Mevlevi dergahları büyük sanatçılar (şairler, hattalar, müzisyenler gibi) yetiştirerek topluma hizmet etmiştir. “Aşk dağını yürek fitiliyle tutuşturmak” da “Hazan Denizi” gibi orijinal bir imgedir.
Şair, Hazzan Denizi’nin derisini yüzüp eğnine aldığını söylüyor. Seyyid Nesimi’nin derisinin yüzülmesine telmihte bulunuyor. Burada Seyyid Nesimî mazmunu vardır. Seyyid Nesimî XIV. yüzyılda yaşamış bir mutasavvıf ve divan şairidir. Nesebi Hz. Muhammed’e ulaştığı için ona Seyyid denmiştir. Bağdat’ın Nesim kasabasında doğduğu için de Nesimî mahlasını almıştır. Asıl adı İmâdüddin’dir. II. Murat zamanında Anadolu’ya gelmiştir. Türkçe, Arapça ve Farsça divanı vardır. Türkçe şiir söylemekle ün kazanmıştır. Önce Şiblî’nin daha sonra da Fazlullah-ı Estarabadî’nin müridi olmuştur. Hurufi tarikatine bağlıdır. Hallâc-ı Mansûr’un felsefi görüşlerini benimsemiş ve onun gibi “Ene’l Hakk.” demiştir. Bu yüzden de Halep’te derisi yüzülerek idam edilmiştir. Kendisinden sonra gelen pek çok şairi etkilemiştir. (15)
Bir söylenceye göre Seyyid Nesimî idam edildikten sonra derisini eğnine alıp aynı anda Halep’in on iki kapısından çıkarken görülmüştür (16). Onun derisini yüzdüren aşktır. Nasıl ki Nesîmi idam edildikten sonra derisini eğnine alıp geziyor, şair de Hazzan Denizi’nin derisini yüzüp giyiniyor. Yâni şair, Hazzan Denizi’nin hakikatlerine ulaşmış ve bunları içselleştirmiştir.
Şair, bu sekiz dizede(ilk dört dizede, beşinci ve altıncı dizelerde, son iki dizede kendi içinde) sözcükleri hem ondan önceki sözlerin sonunda hem de ondan sonraki sözlerin başında anlamlı olacak şekilde kullanmış; sihr-i helal/helal büyü sanatına başvurmuştur.
“…
Şarap aşk ateşini çaldı saldırıyor pamuğa
Pencikli bir karasevdaya düştüm
Lâkin vaktin kazası yok idi
Kaderimin mumuyla aydınlattım aşk meclisini
Gayri can ipliğini parmağıma dolayıp sallarım ben”
Şarap Klasik Türk şiirinde en çok sözü edilen içeceklerdendir. Divan şiirinde câm, sâgar, ayak, kadeh, piyale, peymane, ratl gibi sözcüklerle anılmıştır. Şarabın rengi, tadı, sarhoşluk verici olması nedeniyle bu içki ile ilgili pek çok teşbih yapılmıştır. Örneğin; kırmızılığı dolayısıyla sevgilinin dudağı, yanağı şaraba benzetilmiştir. Tasavvufî içerikli şiirlerde Kevser şarabından çok söz edilmiştir. Şarap içki ve eğlence merkezlerinin vazgeçilmezidir. Bir de aşk şarabı vardır ki âşıklar bu şarabı içtiklerinden dolayı sarhoşturlar (17). Aşığın sevgiliye duyduğu özlem ise “ateş” olarak ifade edilmiştir. Âşık, aşkından ateşler içinde yanmaktadır. Ateş çoğunlukla İbrahim Peygamber ya da Hallâc-ı Mansûr ile ilgili bir motif veya mazmundur. Tanrılık iddiasında bulunan Nemrud, kendisini Hakk yoluna davet eden İbrahim Peygamber’i ateşe atmıştır. Bunun üzerine Tanrı da ateşi gül bahçesine dönüştürmüştür. Hallâc-ı Mansur da hem aşkından yanıp kül olmuş hem de idam edildikten sonra yakılmış ve külleri Dicle Nehri’ne savrulmuştur. Şeyh Gâlip’in “Hüsnü Aşk” adlı eserinde âşık sevgilisine kavuşmak için ateş denizini mumdan kayıkla geçer. Ateş, Mevlânâ’yı da çağrıştırmaktadır; çünkü ney ateş ile delinir (18). Pamuktan ise Klasik Türk şiirinde çoğunlukla Hallâc-ı Mansûr ile birlikte söz edilmiştir. Bu mutasavvıf, bir arkadaşının dükkânındaki pamukları lif lif atarak keramet göstermiş, bu olaydan sonra da Hallâc lakabıyla anılmıştır. Günlük yaşamda sıkça kullanılan “Hallâc pamuğu gibi atılmak.” deyimi ise tasavvufî içerikli şiirlerde vahdet sırrının ifşa edildiğini yahut kesret âlemine düşüldüğünü ifade etmek için de kullanılmıştır. (19)
Şarabın aşk ateşini çalıp pamuğa saldırması Hallâc-ı Mansur ile ilgili bir imgedir. Bu dizelerde onunla ilgili bir mazmun vardır. Hallâc-ı Mansûr’a hem telmihte bulunulmuş hem de şarap kişileştirilmiştir. Şair, şarabın aşk ateşini çalıp pamuğa saldırmasıyla Hallâc-ı Mansûr gibi manevî aşkın cezbesine dayanamayıp içini döktüğünü (aşk sırrını ifşa ettiğini) anlatmak istemiş olabilir. Ayrıca, bu dizelerde Ahmed Yesevî ile ilgili bir mazmun ve telmih vardır.
Ahmed Yesevî, XI. yüzyılın ikinci yarısı ile XII. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı tahmin edilen Türkistanlı bir mutasavvıf şairdir. Türkistan’ın Sayram Kasabası’nda doğup Yesi şehrinde ölmüştür. Geçimini kaşık ve keşkül yaparak sağalamıştır. “Divan-ı Hikmet” isimli ünlü bir eseri vardır. Hikmetî Türk şiir geleneğinin öncüsü olmuş, kendisinden sonra gelen pek çok şairi etkilemiştir (20). Onun pamuk ve ateş ile ilgili bir keramet gösterdiği rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre:
Ahmed Yesevî’yi çekemeyen kimseler ona iftira atarlar. “Bu şeyhin tekkesinde örtüsüz kadınlar bulunuyor, bu kadınlar zikre de karışıyor.” derler. Bunun üzerine Horosan ve Maveraünnehir’deki hocalar bir takikat yapmaya karar verir. Ahmed Yesevi de bunu duyunca kapağı mühürlü bir kutuyu onlara gönderir. Kutuyu açınca ateş ve pamuğu bir arada görürler. Ateş, pamuğu yakmamaktadır. Hocalar, Ahmet Yesevî’nin bu kerameti üzerine utanır ve ondan af dilerler. Eğer kadın ve erkek Allah yolunda bir araya gelirse Allah onların gönüllerindeki şehvet duygularını yok etmektedir (21). Şair de şiirinde ateş ve pamuğu bir arada kullanmıştır.
Farsça veya Rumca olduğu tartışılmış “pencik” sözcüğünün sözlük anlamı “beşte bir” demektir. Sultan Orhan zamanında Dursun Fâkih fetvasıyla savaşta elde edilen ganimet malları ve esirler gaziler arasında bölüşülürken bunların beşte biri mîrî için ayrılmaya başlanmıştır. “Pencik” ve “pencikli” tabirleri de bu şekilde hisseye düşen kölelerle ilgilidir. Pencik, esir pazarına getirilen köle ve cariyelerin boğazlarına asılan levhaya, onların hüviyetlerini ve sahiplerinin sahiplik haklarını bildiren senede denmiştir. Pencikli ise hakkında böyle bir senet bulunan esirdir. “Pencikli köle gibiyim” sözü de ünlüdür (22). Vakit, şiirlerde zaman olarak da geçmektedir. Divan şairleri zaman kavramı ile ilgili çok sayıda teşbih ve mecaz yapmıştır. Âşığa kahır zehrini içiren, onu sevgilisinden ayırarak gönül sarayını yerle bir eden, onun sinesini paramparça eden ya da gönül kayığının batmasına neden olan zamandır (23). Kazâ ise kaderin meydana gelmesi; kadılık; bir borcu ödemek, yerine getirmek; idari teşkilatta kaymakamlık gibi çeşitli anlamlara gelir. İslâm dininde öğle namazının son iki rekatı teheccüde işaret edilmektedir. Dünyanın bir tarafında gündüz vakti yaşanırken bir tarafında gece yaşanmaktadır. Bu durum, Hz. Muhammed’in sünneti olan bu son iki rekatı kılma hikmetlerinden biri olarak gösterilmiştir. Yani dünyada her an vakit söz konusudur; ama namazı vaktinde kılabilmenin kaç kula nasip olduğu bilinmez. Bu yüzden eskiler “Vaktin kazâsı yok.” derler (24). Şair, bu sözü kullanarak irsâd-ı mesel/örneklendirme yapmıştır. Bu şiirde kaza sözcüğü bir borcu ödemek, yerine getirmek anlamındadır. Şair diğer dizede kader sözcüğünü kullanarak ise ihâm-ı tenasüp yapmıştır.
Nesimî de bir beytinde şöyle söyler:
“ Gel gel berü ki savm salâtın kazâsı var,
Sensiz geçen zamân-ı hayâtın kazâsı yok.” (25)
(Ey, sevgili yanıma gel. Namaz ve orucun kazası vardır; ama sensiz geçen anların kazası yoktur.)
Nesimî, bu beytinde sevgilisi olmadan geçirdiği ıstıraplı günlerinin telafisi olmadığını dile getirmiştir. Aktaş da artık çok geç olduğunu, aşkın bütün benliğini altüst ettiğini, sevgiliye aşkından kul köle olduğunu söylüyor.
Mum, Klasik Türk şiirinde şem olarak anılmıştır ve en çok sözü edilen aydınlatma araçlarından biridir. Daha çok pervane ile birlikte anılmıştır. Âşık pervane ise sevgilinin yanağı mumdur yahut da aşk ateşiyle yanarken mum gibi eriyip gider (26). Kimi şiirlerde de mumun yanması ile Hallâc-ı Mansûr’un yanması arasında bir ilgi kurulmuştur (27). Şair, de Hallâc-ı Mansûr gibi aşk ateşinden yanmaktadır. Şairlerin kaderi de yanmak değil midir zaten? “Şiir yananlar ve kendini yakanlarla dolu bir dönemde içten bir yanışı gösterir. (28)” derler. Aslında, Hallâc-ı Mansûr’a “Ene’l Hakk.” dedirten de şairlere şiir yazdıran da aşk ateşidir. Mevlana da “Mesnevi”sinde şöyle söyler:
“Âteşest în bang-i nây ü nîst bâd
Her ki înâteş nedâred nîst bâd” (29)
(Şu neyin sesi hava değil ateştir; her kimde bu ateş yoksa o kişi yok olsun.)
Mevlâna neyi(âşığı) söyletenin aşk olduğunu dile getirmiştir. Fakat bu mutasavvıf şair, âşık olmayan insanlara yok olsun diyerek beddua değil dua etmiştir. Ona göre aşk ateşiyle yanıp kül olmak güzel bir şeydir ve insan tanrısal aşk ile kendini yok ederek var olur.
Pervane ve şemin hikâyesi aşkı anlatan en güzel hikâyelerdendir. Pervane, ışığın etrafında dönen bir gece kelebeğidir. Işığa âşıktır, ışığın etrafında yanıp kül oluncaya değin döner durur. Ondan sonra, mumun aşkı tezahür eder. Mum da içindeki can ipliğini yakmaya başlar. Gözlerinden yaşlar akar ve vücudu erir. O eridikçe de gözlerinden akan yaşlar ayaklarının altında bir denize dönüşür (30). İşte, Hazzan Denizi de böyle bir denizdir.
Klasik Türk şiirinde mumun içindeki fitile “can ipliği” denmiştir. Örneğin Neşâti “can ipliği” tabirini bir beytinde kullanmıştır:
“Bir cism-i nizâr üzre döküp dâne-i eşki,
Çün rişte-i can gevher-i mânâda nihânız.” (31)
(Biz gözyaşı tanelerini bedenimizin üzerine döküp can ipliği gibi mânâ denizlerinde gizlenmişiz.)
Mum yandıkça erir ve damlalar halinde etrafa dökülür. İnsan da ıstırap çektikçe gözlerinden yaşlar akar aşkından eriyip gider. Şair, şemdeki can ipliği gibi yandığını; bunun sonucunda da çok değerli inciler diye nitelendirdiği ve bin bir mânânın gizli olduğu şiirlerinin ortaya çıktığını dile getirmiştir. Neşatî’ye göre de şairleri söyleten aşk ateşidir. Aktaş ise can ipliğini “Hallâc-ı Mansûr’a telmihte bulunarak kullanmıştır. Hallâc-ı Mansûr darağacına çekilip asılmadan önce celladına gülümseme yürekliliğini göstermiş, ölüm onu korkutmamıştır. Şair de onun gibi aşkı uğruna canını vermeye hazırdır. Şarabın aşk ateşini çalıp pamuğa saldırması, şairin kaderinin mumuyla aşk meclisini aydınlatması, can ipliğini parmağına dolayıp sallaması imgeleri de oldukça çarpıcıdır.
Aktaş, Divan şiiri unsurlarından yararlanarak orijinal imgeler tasarlamıştır. Düşüncelerini serbest bir tarzda, ölçüsüz ve kafiyesiz bir biçimde; ama asonans ve aliterasyona başvurarak anlama kapalı, yoruma açık, sanatlı bir dille ifade etmiştir. Kendisini İbrahim Edhem, Hallâc-ı Mansûr ve Seyyid Nesimî ile özdeşleştirmiştir. Şiir epistemolojik yönden oldukça güçlüdür. Tasavvuf ve divan şiiri ile ilgili bilgi sahibi olunup birikim edinmeden şiirin anlaşılması mümkün değildir. Şair; Yakub Peygamber, İbrahim Edhem, İbrahim Gülşenî, Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesimî ve Ahmed Yesevî mazmunlarını; düşünce, bilgi, anlam, harf ve yazıyla ilgili edebî sanatları ustalıkla kullanmıştır. Şiir kendini kolay kolay ele vermemektedir. Şiirin bir kusuru ise dilinin akıcı olmamasıdır.
“Hazzan Denizi”, Divan şiirinin ölmediğini ama evrim geçirdiğini kanıtlayan modern çağların şiirlerinden biri…
KAYNAKÇA
Ahmed ve Divan-ı Hikmet,www.gozlemci.net,08.02.2011.
AKTAŞ, Hasan: Çağdaş Türk Şiirinde Coğrafya, Yort Savul Yayınları, Edirne,
2003.
AKTAŞ, Hasan: Klasik Türk Şiirinde Edebi Sanatlar, Yort Savul Yayınları,
Edirne.
AKTAŞ, Hasan: Çağdaş Türk Şiirinde İnsan, Yort Savul Yayınları, Edirne,
2007.
AKTAŞ, Hasan: Çağdaş Türk Şiirinde Kozmik Âlem, Yort Savul Yayınları,
Edirne, 2008.
AKTAŞ, Hasan: Çağdaş Türk Şiirinde Mutasavvıflar, Yort Savul Yayınları,
Edirne, 2008.
AKTAŞ, Hasan: Çağdaş Türk Şiirinde Tip ve Karakterler, Yort Savul
Yayınları, Edirne, 2006.
AKTAŞ, Hasan: Yeni Türk Şiirinde İbrahim Edhem Okulu ve Misyonu, Yort
Savul Yayınları, Edirne, 2008.
AKTAŞ, Hasan: Yeni Türk Şiirinde Hallâc-ı Mansûr Okulu ve Misyonu, Yort
Savul yayınları, Edirne, 2003,.
AKTAŞ, Hasan: Yeni Türk Şiirinde Yunus Emre Okulu ve Misyonu, Yort
Savul Yayınları, Edirne, 2002.
ERENLER, Sadık: Alevîlikte Yedi Ulular Araştırma Dosyası,
http://www.sadikerenler.com, 19.01.2011.
KALKIŞIM, M. Muhsin: Şeyh Gâlib’in Bir Terci-i Bendini Şerh Denemesi”;
Akademik Bakış; Yaz, 1997; Sayı:2.
Kaylule(Öğle Uykusu), http://www.muhammedinur.com.tr, 29.04.2009.
ONAY, Ahmet Talat, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı. Akçağ
Yayınları, Ankara, 2000.
Sevdiğimiz Beyitler, http://www.risaletim.com., 20.01.2011.
Şem ve Pervane, http://www. facebook.com.tr, 20.01.2011.
Şiir Üzerine Aforizmalar, http://www.edebiyatogretmeni.net, 20.01.2011.
Tâhir’ül Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Ahmed Said Matbaası, İstanbul, 1971.
TAMER, Ülkü, Ben Sana Teşekkür Ederim, Adam Yayınları, İstanbul, 2003, s.:66.
1) “Şiir gecenin kardeşi,/gündüzün annesidir.(…)”. Ülkü Tamer, Ben Sana Teşekkür Ederim, Adam Yayınları, İstanbul, 2003, s.: 66.
2) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde İnsan, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2007, s.: 246.
3) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde Kozmik Âlem, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2008, s.: 284.
4) Hasan Aktaş: Yeni Türk Şiirinde Yunus Emre Okulu ve Misyonu, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2002, s.:42.
5) Hasan Aktaş: Yeni Türk Şiirinde İbrahim Edhem Okulu ve Misyonu, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2008, s.:14.
6) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde Tip ve Karakterler, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2006, s.:286.
7) Hasan Aktaş: Klasik Türk Şiirinde Edebi Sanatlar, Yort Savul Yayınları, Edirne, s.:224
8) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde Mutasavvıflar, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2008,s.:210.
9) Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı. Akçağ Yayınları, Ankara, 200.s.:245.
10) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde İnsan, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2007, s.:206.
11) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde İnsan, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2007, s.:217.
12) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde İnsan, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2007, s.:47.
13) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde Coğrafya, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2003, s.:237.
14) M. Muhsin Kalkışım : Şeyh Gâlib’in Bir Terci-i Bendini Şerh Denemesi”; Akademik Bakış; Yaz, 1997; Sayı:2, s. 56.
15) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde Mutasavvıflar, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2008, s.:165.
16) Sadık Erenler: Alevîlikte Yedi Ulular Araştırma Dosyası, http://www.sadikerenler.com, 19.01.2011.
17) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde Sosyal Hayat, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2006, s.44.
18) Hasan Aktaş : Çağdaş Türk Şiirinde Kozmik Âlem, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2008, s.: 345-346.
19) Hasan Aktaş: Yeni Türk Şiirinde Hallâc-ı Mansûr Okulu ve Misyonu, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2003, s.:19.
20) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde Mutasavvıflar, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2008, s.:82-83.
21) Ahmed ve Divan-ı Hikmet,www.gozlemci.net,08.02.2011.
22) Ahmet Talat Onay:a.g.e., s.: 394-395.
23) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde Kozmik Âlem, Yort Savul Yayınları, Edirne, 2008, s.: 147-148.
24) Kaylule(Öğle Uykusu), http://www.muhammedinur.com.tr, 29.04.2009.
25) Ahmet Talat Onay: a.g.e., s. 377.
26) Hasan Aktaş: Çağdaş Türk Şiirinde Sosyal Hayat, Yort Savul yayınları, Edirne, 2006, s.: 451.
27) Hasan Aktaş: Yeni Türk Şiirinde Hallâc-ı Mansûr Okulu ve Misyonu, Yort Savul yayınları, Edirne, 2003, s.: 19.
28) Şiir Üzerine Aforizmalar, http://www.edebiyatogretmeni.net, 20.01.2011.
29) Tâhir’ül Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Ahmed Said Matbaası, İstanbul, 1971, s.: 61-62.
30) Şem ve Pervane, http://www. facebook.com.tr, 20.01.2011.
31) Sevdiğimiz Beyitler, http://www.risaletim.com., 20.01.2011.