Yaşadığım şu birkaç güne Sabahattin Ali damgasını vurdu. Kemal Bayram’ın kaleme aldığı ‘Sabahattin Ali Olayı’ adlı kitabı yenice bitirdim. ‘Edebiyat dünyamızdaki kıymetli bir şahsiyetin katlediliş öyküsü’ olarak verilebilir eserin künyesi.
Öyle hazin, öyle karmaşık bir yaşanmışlıkla karşı karşıya kaldım ki bu kitabın satır aralarında, akıl ve kalp ülkemde kabuslara yol açtı okuduklarım.
Düşlerimden birinde Sabahattin Ali ölüm yolculuğu olan son seyahatine çıkıyordu. Ve onun yanında yedi sekiz karanlık şahıs vardı. Gördüm onları. Çevremdekilere, “onlar çoğunluk Sabahattin Ali tek kişi… Biz de onla gidelim, belki kurtulur,” dedim. Yardım talep ettiğim kişiler söylediğim sözler karşısında oralı bile olmadılar. Melul, mahzun uyandım.
Yazıklar olsun bu olaya sebep olanlara, göz yumanlara, ‘adam sende diyenlere’… Kendisi gibi düşünmeyenleri katletmeyi akla mantığa uygun bulanlara… Vicdanları bu konuda -büyük bir olasılıkla hiçbir konuda- işe yaramayanlara…
Kemal Bayram Sabahattin Ali’nin bir faili mechulde -yazarın deyimi ile faili malum bir cinayette- kurban edilmesinden 30 yıl sonra, 1978’de kaleme almış elimizdeki kitabı. Sabahattin Ali’nin hayatındaki insanlarla ‘Sabahattin Ali Olayı’ hakkında ‘nehir söyleşi’ tarzında görüşmeler gerçekleştirmiş. Eser bu görüşmelerin birebir aktarılmasından oluşuyor. Yazar eserin sonunda uzunca bir değerlendirme yapıyor. Burada tüm dinlediklerini ve bizlere naklettiklerini akıl süzgecinden geçirerek Sabahattin Ali’nin neden ve nasıl öldürüldüğüne dair tahminlerde bulunuyor.
“Niyet hayır akıbet hayır,” diyor atalarımız. Bu söz bizleri yola çıkarkenki niyetlerimizi sorgulamaya, düzenlemeye teşvik eder nitelikte. Kemal Bayram yola çıkış amacını “Sabahattin Ali’nin yaşamına girmiş insanlarla konuşurken, başlangıçta iki amacım vardı. Yazınımızda yeri olan, gerçekten değerli bir sanatçının bilinmeyen yönlerinin belirginleşmesi. Bu sanatçının kimin tarafından, niçin ve nasıl öldürüldüğünün kesin olarak saptanması. Konuşmalar sürdükçe, o döneme daha çok ışık tutma gereği de ortaya çıktı.” şeklinde özetliyor. Zira Sabahattin Ali’nin katilleri arasında elleri kanlı, vicdanları iflasta olan insanların yanısıra, dönemin siyasi şartları da yer alıyordu.
Sabahattin Ali belli ki kendisine benzeyen sayısız sanat ve düşün insanı gibi -bazı karanlık çevreler tarafından- ‘vakitsiz öten horoz’ olarak görülmüştü. Bilirsiniz, bu çevreler sadece vakitsiz öten horozların değil, avazından endişe ettikleri bülbüllerin de katlini vacip görürler zaman zaman.
‘Sabahattin Ali Olayı’nın en belirgin özelliği objektif bir yapıya sahip oluşu. Yazar gerçekleştirdiği söyleşileri önce teybe kaydediyor sonra da işittiği üzere kaleme alıyor. Rıfat Ilgaz’la başlayıp Mehmet Ali Aybar’la sona eren görüşmeler yaklaşık olarak iki yıl süren bir emeğin ve özverinin ürünleri. Kilometrelerce yol kat eden, ‘Sabahattin Ali Olayı’ ile ilgili kişileri ararken bir dedektif gibi iz süren Kemal Bayram; bu kişilerle görüşürken oldukça önemli sorular sorarak hem bu müphem olaya hem de dönemin karmaşık ve kirli siyasi ilişkilerine ışık tutuyor. Bir okur olarak çıkarabileceğimiz onlarca ders var onun kitabından. Bu derslerden en dikkat çekicisi belki de şudur: Siyaset bin bir yüzlü bir canavar, akışına kapıldığımızda bizleri aklımıza dahi gelmeyecek yerlere götüren bir girdap özelliği göstermektedir. Siyasetin binbir kirli yüzünü yıkamak ya da onun dehşetli girdabını etkisiz hale getirmek her babayiğidin harcı değildir.
Sabahattin Ali Olayı’nı bitirir bitirmez onun Kuyucaklı Yusuf isimli romanını okumaya başladım. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını, tek tek birkaç öyküsünü, birkaç şiirini okumuştum önceden. Bir faili mechule kurban gittiğini ve hazin katlediliş öyküsünü de yarım yamalak biliyordum elbette; fakat bu öyküyü derinlemesine okumak, arkasından da Kuyucaklı Yusuf’un destanını onun dilinden dinlemek bir hayli derin izler bıraktı hem düşünce hem de duygu dünyamda.
Kemal Bayram’ın yazdığı kitabın kapağında da, Kuyucaklı Yusuf’un kapağında da Sabahattin Ali’nin birer fotoğrafı var. Yazar bu fotoğraflardan birini çekildiğinde otuzlu yaşlarına yeni başlamış olmalı. Zira saçları henüz tam olarak beyazlamamış. Diğerinde ise bir parça daha olgun duruyor sanki. Yaşı kırka değdiğinde bembeyazmış saçlarının neredeyse tümü. Kederli bir yazarın, sükuta ermeyen başının erken kırlaştığını öğrenmek; beni hüzünlendirdi doğrusu ve nedense çokça sevdim onu. Biz okurlar bazı yazarların sadece sanatını severiz, bazılarının da hem sanatını hem de karakterini.
Orta boylu -ki usul boylu diyesim var bu türden kişilere- bir adam Sabahattin Ali. Arkadaşlarından bazısı onun boyunu uzuna yakın orta, diye tarif ederken; bazıları da kısaya yakın orta boyluydu, diyorlar onun için. Hafif toplu, yuvarlak yüzlü, derin bakışlı bir adam. Sarışın bir çehresi, tel çerçeveli gözlükleri var. Son zamanlarında yapmak zorunda olduğu, kamyon şöförlüğü dönemleri hariç şık giyinirmiş. Kitaplarının üzerindeki fotoğraflarda da koyu renk takım elbise var üzerinde. Kıravatı ve gömleğinin yakası ne kadar muntazam. Mülayim ve neşeli karakteri yansımış simasına. Böyle derli toplu bir adamı önce işinden gücünden etmek, sonra da yavaş yavaş ölümün kıyısına sürüklemek için; insan görünüşlü, canavar ruhuna sahip birden fazla yaratığa ihtiyacı olmalı düşmanlarının yardımcı olarak.
Günümüzde yazmak daha az meşakkatli bir iş. Okumak, aradığın kitaba ulaşmak da öyle…. Evi, eşiği kitap dolu imiş Sabahattin Ali’nin. Vefatından sonra eşi kitaplarını elden çıkarırken hiç de dost davranmamış değerli yazarın en yakın dost bildiklerine. “Onlar yüzünden öldü eşim” demiş çevresindeki herkese Aliye Hanım.
Sabahattin Ali yeşil mürekkeple yazarmış yazacaklarını. Fazlaca karalama yapmadan üstelik. Çünkü önceden en ince ayrıntısına kadar kurgularmış yazacaklarını. Masaya oturup yazmaya başladığında aslında eser çoktan tamamlanmış olurmuş onun kafasında. Tüm bunları kızı Filiz anlatıyor babasını yitirdikten yıllar sonra.
Babalar ve kızları… Bambaşka bir dünyadır onların arasındaki sevgi ve bağlılık. Bir kız eğer babası güvenilir bir adamsa erkeklere düşman olmamayı öğrenir ondan. Fakat eğer babası fena bir adamsa başkalarını da çoğunluk fena bilir. Sabahattin Ali çok iyi bir baba. Kızı Filiz’e olan sevgisini anlatmak hakikaten çok güç. Kızını en son gördüğünde öyle sıkı sarılıyor ki ona ve öyle derinden kokluyor ki onu. Bir dostunun kalbi sızlıyor bu manzara karşısında. Sanki bir daha koklayamayacağı evladının kokusunu ebediyyen depo etmek ister gibidir ciğerlerine, daha doğrusu canına.
Filiz Ali babasının tek kusurunun eve geç gelmesi olduğunu söylüyor Kemal Bayram’ın bir sorusu üzerine. Her yönüyle hayran o, babasına. Kuyucaklı Yusuf romanında Sabahattin Ali’ye fazlasıyla benzeyen kaymakam Selahattin Bey kalp krizinden öldüğünde kendisi 46, kızı 15 yaşındadır. Sabahattin Ali acımasız bir cinayete kurban gittiğinde 42 yaşındadır, kızı Filiz ise henüz 10 yaşında. Bu iki babanın kızlarına vedası sayfalarca yazılsa anlatılamayacak kederleri barındırmakta bünyesinde.
Sabahattin Ali neden katledildi? Ne verip de alamamıştı birileri ondan? Okumaktan ve yazmaktan başka meşgalesi olmayan, üretken bir yazardı o. Markopaşa adlı mizah dergisinde muhalif bir çizgi sergilemesi bu katle sebep gösteriliyor. Almanya’da eğitim gördüğü yıllarda tanıştığı sosyalist görüşler ömrü boyunca mimlenmesine yol açıyor. İlk gençlik yıllarını geride bıraktıktan sonra evlenip bir yuva sahibi oluşu, eşine ve kızına duyduğu bağlılık hisleri, konservatuardaki saygın mevki… Keşke hayat bu hoş düzen üzre geçseydi. Fakat ya o çok aykırıydı bu tuhaf gezegende ya da -saf gönlünce algılayamayacağı kadar- kötü vardı çevresinde ve ülkesinde.
Kemal Bayram’ın araştırmalarından şu gerçek ortaya çıkıyor: Bazı karanlık eller kademe kademe Sabahattin Ali’yi kötü sona doğru sürüklüyorlar. Bu sürüklenişte kendisinin boşvermişliğinin, akıntıya kapılmışlığının ve çocuksu hatalarının da payı büyük. Hep bir ‘takip ediliyorum hissi’ var sanatkar yüreğinde. Buna rağmen tuhaf simalarla diyaloktan kaçınmıyor. Eserde Kemal Bayram birçok kişi ile görüşmelerinde usta öykü yazarımızın içinde nefes almaya çalıştığı puslu ortamı tasvire çalışıyor. Okura ise bir ‘esatiri evvelin düşü’ görmek nasip oluyor. Hazin, karmaşık ve acımasızlıklarla, ihanetlerle örülmüş bir ‘esatiri evvelin düşü’… Sabahattin Ali gökten ‘dehayı nar’ı çalmayı da başaramıyor ne yazık ki…
Onlarca insan konuşuyor bir teyibin başlama ve bitirme tuşları arasında. Dönemin sanat dünyasında oldukça önemli yeri olan insanlar her biri. Sayısız giz, türlü entrika doluyor dinleyenlerin ve okuyanların akıllarına onların sözlerine tepki olarak. Ruhi Su, Aziz Nesin, M. İzzettin Dinamo, Niyazi Ağırnaslı, Rıfat Ilgaz, Samet Ağaoğlu… Hatta katil olduğu iddia edilen Ali Ertekin, kimlikleriyle ilgili birçok şüpheyi barındıran Adalet ve Mehmet Ali Cincoz da konuşuyorlar ‘Sabahattin Ali Olayı’na dair. Bazılarının söyledikleri birbirini destekler nitelikte. Bazıları tuhaf ifadeler kullanıyorlar. Tüm bunlar her kafada farklı izler ve tepkiler doğuracaktır kuşkusuz. Siyaset ne kirli, ne tehlikeli bir düzen… YaRabbi’m… Ona bulaşmaktan korkanlara hak vermemek elde değil. Beni hiçbir siyasi görüş ilgilendirmedi. Sadece Sabahattin Ali’nin insan yanı, baba yanı, yazar yanı etkiledi. Özellikle de çocuksu, safiyane karakteri…. Hiçbir cinayetin, hiçbir şiddetin haklı yanı olamaz. Özellikle de makdül bir memleketin yetiştirebileceği ender evlatlardan biri ise. Peki ya küçük bir kızın babasız geçen yıllarına ne demeli….
İyiler ve kötüler var bu dünyada, zalimler ve merhametliler, kuzular, kurtlar, kurtlardan çok daha tehlikeli çobanlar, kuzu postundaki kurtlar, arslanlar ve çakallar… Sonra; kargalar, kartallar ve akbabalar… Hoş sesli temiz avazlı bülbüller… Bülbüle de, sığırcığa da, güvercine de kıyan eller… ‘Sabahattin Ali Olayı’nı okurken bu allegorilerin her birine rastlıyoruz.
Kimi zaman tebessüm etmek, kimi zaman hüzünlenmek, kimi zaman tarifi imkânsız bir endişeye kapılmak hayatın gerçekleri herhalde. Ölüm kaçınılmaz ve ortak sonumuz; her türlü kavganın ve kaosun son bulacağı ebedi yurdumuz. Her ölüm erkendir buna rağmen, Sabahattin Ali’nin ölümü de çok erken. Yaşasaydı yepyeni öyküler, romanlar yazacaktı. Sevgi dolu kalbiyle çevresindekilere mutluluk saçacaktı… Oysa şimdi kalplerimizdeki ona dair kedere bakınız…
Formun Üstü
Formun Altı