Bir Kazak ve Dilsiz Hüznü
Sanki kasabanın en işlek yerindeki parkta -çünkü bence burası da bir kasaba- uzun boylu, yaşlı bir adam oturuyordu. Belki de bana öyle geldi. Yoksa dün mü görmüştüm onu yahut daha önceki gün.
Kafasında şapkası yoktu, bundan eminim. Onun için bir şapka modeli hayal etmek zorunda değilim bu yüzden. Oturduğu banka dayalı baston sahibine sadakatle bağlı bir köpeğe benzese de kime ait olduğunu çıkaramadım.
Hayalden bir adam; henüz icat edilmemiş bir arabayla, sığ bir gölün kenarındaydı. Gölün açıklarına doğru gidiyor gibiydi.
Orta Asya soyundandı elbette. Azıcık çekik gözlü, kalın kaşları olan… Karar vermişti, gidiyordu, ardına bile bakmaksızın üstelik.
“Yehha!” dedi. Atlar koşumlarını ve kendilerini zorlamadan ilerlediler. Issızlığın ortasında ağustos böcekleri sonu asla gelmeyecek şarkılarını söylüyorlardı, hiç kimsenin acelesi yoktu sanki. Yetişilmesi gereken yerler çoktan arkada kalmıştı.
Günler, aylar, yıllar boyu “gidelim!” diyecekti o tuhaf adam. Sağrısı, kulakları, ince uzun bacakları terli atlar,
“Sen söyle, biz dinleriz, haydi!” diyeceklerdi.
Gece olmayacaktı, alacakaranlık gelmeyecekti besbelli.
Çoğu kez birçok şeyi söylesek de kalbimizin en ketum köşelerinde hep gizlimiz saklımız oluyor. En çok mutsuzluğumuzdan, derin kederlerimizden, yalnızlığımızdan utanıyoruz. Sahi bir de yoksunluğumuzdan…
Çılgın bir Kazak tanırdım önceleri. Uzun boylu, iri yapılı, kocaman elleri ve kocaman ayakları olan bir Kazak! Koyu kahveydi gözleri. Çocuklar kadar safiyane bir kalbi olduğundan da eminim. En yüksek sesiyle bağırırdı sinirlendiğinde. Gök gürültüsünü anımsatırdı avazı işte o zamanlar. Fakat hiç kimseye zararı yoktu. Bağırır, yırtınır, koca mahalleyi ayağa kaldırır, sonra da karşısındakinin dediğini aynen yapardı…
“He la he!” derdi.
Yine he!
Evet, diyecekse bir insan neden bu kadar haykırırdı ki!
Galiba hayır, diyemediğine öfkelenirdi.
Derdini tasasını kimseyle paylaşmazdı. Amcamdı o benim. Kırk küsur yıl amcam oldu dünya sürgününden gönüllü ayrılana dek. Kırk kelam etmemiştir bana, ben de ona. Dedim ya tuhaf adamdı. Pek konuşmazdı, kimselerle arkadaşlık kurmazdı. Yine de beni sevdiğini hissederdim.
Yolda karşılaştığımızda konuşmasa da çoğu kez, selâm bile vermese de; kanı çekerdi beni, benim kanım da onu.
“Merhaba amca!” derdim.
“Günaydın!” veya “İyi akşamlar!”
Hızlı hızlı kafasını sallardı. Kendince merhabama cevabıydı bu hareketi.
“Nasılsın?” diye sorardım.
“İyiyim, iyi… Aynı aynı!” diye cevap verirdi.
Bazen elini öperdim. Kendine has kokusu vardı teninin. Bir şey demese de memnun olurdu, bilirdim.
Şu anda ona dair hepi topu üç dört hatıramı anımsıyorum, buna rağmen hayatımda ve gönlümde çok önemli yeri oldu her zaman. Bir kez bile kalbimi kırmadığından olsa gerek!
Kendi isteğiyle ayrıldı bu dünyadan. Vefatında çok ağladım, tarifi zor kimsesizliği için… Oğlu, kızı, torunları; neredeyse hiç susmayan, hep talep eden bir eşi vardı. Fakat bana öyle gelirdi ki annesi babası öldüğünden beri yetim ve öksüz bir çocuk gibiydi. Yaşlanmış, saçları ağarmış lakin büyümemiş bir çocuk. Aleveresi daleveresi çok olan bu masmavi gezegeni pek de anlayamamış bir çocuk!
Kendisi söylemediğinden midir bilinmez, hiç kimse ona sevdiğini söylemezdi. Kötü insan mıydı, hayır! Peki, iyi insan mıydı, bence evet.
Onu en son gördüğümde, daha doğrusu sondan bir önceki görmemde beyaz bir atlet ve uzun beyaz bir içlik vardı üstünde. Yatağına uzanmış, umarsızca yatıyordu.
Başucunda “Amad’a bir şey oldu! Amad’a bir şey oldu!” diye ağlayan karısıydı.
Kendimi bildim bileli girmeye pek de alışık olmadığım evine girdim, yanımda birileri vardı elbette. Evin mutfaktan sonra gelen odası gündüz ve yaz olmasına rağmen loştu. Geçerken içim ürperdi. Amcamın yattığı odaya girdiğimde birdenbire her şey aydınlandı. İçimdeki ürperdi dağıldı. Galiba onun aşinası olduğum nefesi rahatlatmıştı beni.
Solmakta olan bir çiçek hayal ediniz, hem yavaş yavaş hem de hissettirerek.
Kalabalık, karmaşık, aynı zamanda efkârlı bir oda. Fakat amcam ne de temizdi. Bembeyaz ve ışıklı geldi gözüme. Ve inanılmayacak kadar yakışıklı…
Bayramlarda elini öperdim amcamın. O ise öpmezdi, sarılmazdı.
“Soğuk adam, hissiz adam” derlerdi. Bana öyle gelmezdi. Üstelik soğuk olsa, hissiz olsa bile kime neydi!
O gün ilk defa birkaç kez üst üste öptüm onu. Galiba sağ kolundandı.
“Ne oldu sana amca, doktora gidelim. Bir yerin mi ağrıyor… Biz seni çok seviyoruz! Böyle yapma! Üzme bizi” dedim.
Belki de geç kalmış bir sevgi ilanıydı benimki. Birbirimize karşı ne kadar da cimriyiz sevdiğimizi söyleme bahsinde!
“Bitti her şey bitti! Gidin!”
Sonra da ekledi:
“Bi şeyim yok benim, gidin diyorum size gidin!”
Sordular:
“Karnın mı ağrıyor.”
Zira sık sık karnı ağrırdı.
“Hayır! Hiçbir yerim ağrımıyor, gidin!”
Bedenen iyi görünüyordu gerçekten de. Zayıflamış, uzun koluyla; yakışıklı yüzünü örttü. Başka bir şey söylemedi.
Ne kadar umursamazız, aymazız, uykuda gibiyiz. Kalabalık, ağaç seli ormanlara benzer bir hâlde iç içe yaşıyor gibi gözüksek de yalnız bırakıyoruz birbirimizi. Hem de yapayalnız.
Dolunaylı bir yaz gecesi… Uyku tutmadığı gecelerden biri…
İzmir’de temmuz ve ağustos geceleri, özellikle bir saat vardır ki yakıcı karabasanlar gibi üstünüze çöker.
Yine öylece üzerimize çökmüştü sarı sıcak…
Aslında insan kalbi en uzaktakini bile hissediyor. Olmakta olanı haber veriyor. Ekseriyetle kulak vermediğimiz hâlde ona.
Geceleri gözlerimi açmayı sevmem. Karanlık çarpar beni. Uyumasam da sımsıkı kapalıydı gözlerim.
Bir telefon sesi. Uyur uyanık hâlimden silkelendim. Arayan ablamdı.
“Amcan!” dedi, nedense hemen anladım. Yine de o devam etti.
“Astı kendini!”
“Kurtuldu mu?”
Ne garip bir soruydu benimki!
Cevap vermedi.
Uzun ve bembeyaz çekip gitmişti. Seksen küsur yaşındaydı.
“Ahh amca!” dedim içimden, “O kadar yıl dayandın da kahrına dünyanın, şimdi mi dayanamaz oldun!”
Sesi çok kabaydı, kekelerdi zaman zaman, pat pat konuşurdu. İnsanlar isim vermekte çok amansızlar.
“Patır Amad!” derlerdi ona.
Gençliğinde konuşurmuş, öyle içe kapanık adam değilmiş. Sonra sonra susmuş. Zannımca her konuşmasında işittiği gülüşmelerin de etkisi vardır bu susuşta.
Oysa dedikodu, yalan yanlış iftira bilmezdi. Onu buna kötülemeyi de öyle… Ne konuşur, ne anlatırdı aile içinde? Bugün hiç hatırlamıyorum. Hafıza kördüğüm olmalı ya da dipsiz kuyu. Açmaya çalıştıkça karışan yahut düştükçe düşülen.
Mahalle kahvesine gitmezdi, hatırlı gönüllü ahbapları yoktu. Tercih edilmiş bir yalnızlıktı onunki, belki de öyle değildi.
Çok küçüktüm, ilkokul yıllarım… Evimizde piknik tüpümüz bitmişti. Annem biraz ötedeki tüpçüye gitmeye yeltendi… Ağladım, paçalarına yapıştım.
“Gidemezsin, sen trafik kurallarını bilmiyorsun. Araba çarpar ölürsün. Amcamı çağırayım o gitsin!”
Annemin okuma yazması yoktu. Ben de o günlerde trafik kurallarını öğrenmiş olmalıyım okulda. Ah annem, hiç okula gönderilmemişti ki… Nereden bilsin benim bildiklerimi!
Amcamların evi bir arka sokaktaydı. On beş yirmi adım atınca onlarda alırdık soluğu… Elinden tutup sürüye sürüye bize getirdim koskocaman adamı, güzel ruhu şad olsun. Annemin yerine o gitti tüp almaya. Söylenmeden, “bu da ne şimdi,” demeden…
Yıllar sonra ocakta yemek unutmuşum. Bir duman, bir telaş!
Evin arka bahçesine toplanan kalabalık. Kimse cesaret edip eve giremiyor. Amcam,
“Yeğenimin evi yanıyor” diyerek dalmış eve. Tencereyi almış, atmış sokağa… Nice sonra gittiğim yerden döndüğümde anlattılar.
Sevgi dile gelmese bile yürekte kıpır kıpır oynuyor.
Dünya ise hakikaten hüzünlü bir yer!
Gelirken de, yaşarken de ve giderken de hüzünlü…