Üst üste her iki çocuğu da kızamık çıkarmıştı. Önce kızı, sonra da oğlu… Bu tür hastalıklara kardeşlerden birinin yakalanması, diğerinin onun peşi sıra hastalanması olağan vakalardandır.
Kızı oğlundan küçüktü. O, ağabeyinden daha hafif atlatmıştı hastalığı… Yediği lezzetli kızamık şekerleri de yanına kâr kalmıştı. Fakat oğlu bir türlü halk arasındaki deyimle kızamık dökemiyordu. Ateşleniyor, ateşiyle kendinden geçiyordu küçücük çocuk. Oğlu kucağında alev aldıkça annenin de yüreği tutuşuyordu. Yüreğinin alazıyla o gün işe gitmesi mümkün değildi. Oğlunu bu halden kurtarmadan gökyüzüne keyifle bakması da imkânsızdı. Eşi yola koyuldu işe gitmek için. Kadın yüreğinin koruyla evde kaldı. Oğlu hastalığın şiddetiyle yanıyor, kızı da annesinin etrafında dolanıyordu.
Neydi küçük kızın bu devri daim sırasındaki duyguları. Çocuksu zannedişlerle yaralanmış duygulardı bunlar. İçinden, “ben hastalandığımda beni bırakıp işe gitmişti, bak ağabeyim hastalanınca gitmiyor. Demek ki beni sevmiyor, eğer beni de sevseydi ağabeyim kadar benim başımı da beklerdi,” diyordu. Küçük kızın kucağında annesinin dut dalından yapıp evdeki çala çaputla giydirdiği bebek vardı. Bebeğin gözleri, ağzı, burnu yoktu. Sadece birbirine hac şeklinde çatılmış bir çift ayağı ve bir çift eli vardı. Başı belli olsun diye bezle sarıp sarmalamıştı annesi bebeğin başının olması gereken yeri. Günümüzdeki Çin işi bebeklere benzemiyordu bu bezden bebek… Orijinal ve organikti o dönemlerdeki hemen her şeyin olduğu gibi. Bebeğine sarılıp bir kenara kıvrıldı küçük kız. Gözleriyle bir yandan da anne oğlun tablosunu izliyordu. Anne bu takipten habersiz oğlunu alelacele hazırladı, kendini sokağa attı.
Anne, eşiyle işe giderken iki küçük çocuğunu kayınvalidesine bırakıyordu. Yaşlı kadının kulakları duymuyordu fakat çok içli Yunus ilahileri bilir, onları söylerdi. “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu…” Bu ilahileri söylerken hem ebedi yurdunu anar hem de kendisinden önce oraya giden eşine olan özlemini dile getirirdi. Onun havsalasındaki cennette; dalları sırmalı, yaprakları nurlu bir Tuğba ağacı vardı. Bu ağacın dallarından birine sevgili eşi konmuş, onu bekliyordu. Ölüm onun için hem özlenen hem de sevilen birine kavuşmakla eş anlamlıydı. Söylediği ilahilerse ağıttı aynı zamanda. Gelini, erkek torununu götürürken arkalarından öylece bakakaldı. Eşinin ismini taşıyan bu çocuğa bir şey olmasın diye dualar mırıldanıyordu dudakları.
Annesi; ağabeyini de alıp gidince küçük kız, bez bebeğine baktı. Aklında lezzetli kızamık şekerleri vardı. Bir yandan da ağabeyi için üzülüyordu. Bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi. Ayağına küçük bir yastık koydu. Bez bebeğini yastığa yatırdı. Yastık ne kadar küçükse bebek de onun kadar küçüktü. Bebeğini ayaklarında sağa sola sallamaya başladı. “Uyusun da büyüsün nenni, tıpış tıpış yürüsün nenni, eeee bebeğime eeeee…”
Bez bebekler büyümezler, uyumadıkları için değildir minicik kalmalarındaki esrar. Ağlamazlar ve gülmezler onlar. Yaşamazlar ve ölmezler… Büyümek ayrıcalığı ölmek ayrıcalığına sahip olanlarda var. Ölmek için büyür bütün canlılar… Cansızlarsa büyümekten ve uyumaktan azad edilmişlerdir elbette ölmekten de… Hani bu yüzden kötüler, zalimler ve münkirler bir zaman gelecek, “ahh keşke taş olsaydım,” diyecekler ya… Bez bebek uyumadı, küçük kız uyudu… Meğer ninnisini kendisine söylermiş bizimki… Uyuyup da büyümek için… Büyüyüp de…
Anne, oğluyla sokağa çıktığında yağmur çiseliyordu inceden inceden… Evladına sarıldı sıkıca. Alev alevdi çocuk Tek başına uzak uzak yerlerdeki, uzak uzak doktorlara gitmeyi gözü almadı genç kadının. En yakın eczaneye attı kendini. Nemli gözlerle ve çatlak bir sesle meramını anlattı eczacıya. Eczacı, “hanım, doktora git ben bu sorumluluğu alamam. Çocuğuna bir şey olursa hem sen rahat bırakmazsın hem vicdanım rahat bırakmaz beni,” dedi. Kadın, “ne olur kardeşim yardım et bana. Tek başıma yol bilmem, iz bilmem. Nereye gideyim. Kardeşi kızamık çıkardı, bu bir türlü çıkaramıyor. Yandı çocuk. İnsaf,” diye yalvardı adama. Eczacı üç tane iğne verdi. “Penisilin ihtiva ediyor bunlar. Her iğneci vurmaz bunları. Ben zaten cesaret edemem. İğneler iyi gelir çocuğa. Birini bul vurdur. Geçmiş olsun bacım,” dedi. Kadın eczacıya binlerce dua ederek çıktı dükkândan. Bu dualar dilinden çok yüreğinde nameleniyordu.
Annenin ayakları sokaklarda yürümüyor, bir vahşi hayvanın önünce kaçan bir karaca gibi telaşla seğirtiyordu. Hastalık sanki vahşi bir hayvan olmuş, onun ve yavrusunun peşine takılmıştı. Kaçıyor, kaçıyordu. Askerdeyken sıhhiyelik yapmış bir adamdan söz ediyordu komşuları. Evini bilmiyordu adamın ve yağmur çiselemeye devam ediyordu. Komşularının çalakalem tarif ettikleri mahalleye doğru yöneldi ayakları. İğnecinin mahallesini biliyordu da evini bilmiyordu.
Gerekirse her kapıyı çalacaktı, herkese soracaktı iğnecinin evini. Karşısına çıkan ilk evin kapısını çaldı. Yaşlıca bir kadın açtı kapıyı. Annenin hem üstü başı hem gözleri nemliydi. Çiseleyen yağmurla giysileri ve hâlâ köy işi bağladığı başörtüsü ıslanmıştı. İçindeki üzüntüden de gözleri… Yaşlı kadın onun böylece görünce, “kızım ne bu hal, çocuğunu hasta edeceksin,” dedi. Anne oğlunu öyle sarıp sarmalamıştı ki çocuk bir zerre olsun ıslanmamıştı. “Teyzem oğlum zaten hasta. Bu sokakta bir iğneci varmış. Evini bilir misin?”
Yaşlı kadının işaret ettiği eve koştu annenin telaşlı ve ürkek ayakları. Yumrukları kapıyı büyük bir gürültüyle çaldı. Kapı ince bir gıcırtıyla açıldı. Karşısındaki iğnecinin karısıydı. Anne, derdini ona da anlattı sabırsızlana sabırsızlana. Kadın kocasını çağırdı. Adam penisilin lafını duyunca, “asla vuramam yenge ben bu iğneyi. Tamam askerde sıhhiyeydim fakat ben penisilin vurmaya cesaret edemem,” dedi. Anne yalvarıyordu yine: “Ne olur kurtar evladımı. Allah senin evlatlarını da bağışlasın.” Adam anneden, çocuğa bir şey olursa şikâyetçi olmayacağına dair söz alınca iğneyi vurdu. Kalan iki iğne de her gün vurulacaktı. Binlerce dua ile kadın yola koyuldu. İçindeki korkular yapılan iğneyle birlikte adeta kuş olup uçmuşlardı. Evladına sarıldı sıkı sıkı. Çocuk yemyeşil gözleriyle rengini aldığı gözlerin ta içine bakıyordu. Anne ve evladın gözleri huzurla doluydu artık Çocuk gözlerini yumdu. Anne yola yöneltti bakışlarını.
Genç kadın eve geldiğinde oğlunu tahta sedire yatırdı. Bu tahta sedir, yıllar sonra yerini mobilyacıdan alınan kanepeye bırakacaktı. Çocuğun yüzüne baktı. Gözlerine inanamıyordu. Tane tane kırmızılıklarla dolmuştu evladının yüzü. Vücudunu açtı sevinçle oğulcuğunun, kırmızı kırmızı lekelerle dolmuştu küçücük beden. Bu lekeler anneye muştu gibi geldi, tertemiz ve sırlı bir haber gibi geldi. Ateşi de düşmüştü artık güzeller güzeli hastanın. Aydınlık çehresiyle uyuyordu.
Babaanne de torunun bedenindeki ve yüzündeki kızarıklıklara sevindi. Koklaya koklaya öptü evladının evladını. Gelinine sarıldı neşe içinde. Dönüp diğer torununa baktı. Küçük kız ağabeyinin bulunduğu, sadece masum çocukların mekânı olan düşler ülkesindeydi. Bez bebeği de yanındaydı. O, zaten küçük kız uydukça uyur, küçük kız uyandıkça uyanırdı; ta ki kırılıp da yerini başkası alana dek. Ellerini semaya doğru açtı yaşlı kadın. Şükür duaları mırıldandı. Kendi ettiği dualar yıllardır işitmeyen kulaklarınca algılanmadı. Fakat bu dualar varacağı makama çoktan ulaşmıştı.
Akşam baba işten gelecekti. Sofra kurulacak, yemek yenilecekti. Sevinçler, gülüşmeler olacaktı. Baba, oğlunun iyileşmesini bekleyecekti onunla güreş tutmak için. Kız uyanacaktı, ağabeyini kıskandığı için suçluluk duyacaktı. Bebeğiyle oynayıp pembe yüzlü; kolları, bacakları, kafası takıp çıkarılan hazır bebekler isteyecekti babasından. Anne ve kayınvalide zaman zaman atışacaklardı. Kayınvalide gelini duymayacaktı, gelin bazen kendi kendine konuştuğunun farkına varıp alay edecekti bu haliyle. Evlatlar işe gittiklerinde torunlar babaanneye emanet olacaklardı yine. Dışarısı zemheri de olsa içerisi hep sıcacık olacaktı. Üşümek, korkmak, günlük hayatın bütün telaşları kapının önünde kalacaktı. Dört gözle evin içini kolaçan etseler de, fırsat bulup içeri sızmaya uğraşsalar da nafileydi onların çabaları.
Tamamen bizim olan öykülerimiz var her birimizin. Her bir öykümüz ruhlarımızın lavanta kokulu sandıklarında gizli. Bu isli puslu öykülerdeki kahramanların bazıları çoktan tebdili mekân eylediler. Bazıları şimdilik buralardalar. Tebdili mekânda ferahlık vardır, derler ya. Doğrudur. Gidenler kalanları özlerler mi bilinmez. Kalanların gidenlere hasretleri malum… Ve özlemek kavuşmanın yarısıdır kuşkusuz.