Satrançta pek iyi olmasam da kurallarını bilir, zaman zaman düşe kalka oynarım. Satrancın akıl ve taktik oyunu olduğu hepimizin malumu. Bazen uzun uzun, bazen de seri düşünmeyi gerektirir. Felsefi ağırlığı vardır üstelik. Dünya hayatının karmaşık manevralarını anımsatır bana.
Kısa süre önce eski, kırmızı bir halıyı başkahraman seçmiş ve onun öyküsünü yazmıştım. Öykü kahramanlarımdan diğeri şimşir ağacından yapılmış Karaşah isimli bir satranç taşıydı. Pek kendini beğenmişti doğrusu. Arkadaşlarının hepsi kaybolmuştu, yapayalnızdı, amaçsızdı, başıboştu. Tüm bunlara rağmen mağrur mu mağrurdu, asalet kokuyordu her sözü.
Şimdi neden aklıma geldi Karaşah? Kendisi düşmeden oyun sona ermeyen bu şimşir gövdeli adam sık sık “en güçlü savunma saldırıdır” der dururdu. Dünyadaki milyarlarca insan gibi. Yani ne kadar mağrur olursa olsun gayet sıradan düşünüyordu.
İnsan uygarlığının ilk çağlarından itibaren tekrar edile gelse de eskimedi “en güçlü savunma saldırıdır” tezi. Okulda çocuklar, iş hayatında yetişkinler, kadınlar, erkekler, anneler, babalar, kardeşler, sevgililer, eş dost, hısım akraba derken ne çok taraftarı oldu. Eklemeliyim ki, çok ender zamanlarda tuhaf fakat geniş kitleler arasında son derece saygın tezimize ben de hak verdim.
Son günlerde çevremdeki, ülkemdeki ve bütün dünyadaki çatışmaların kökeninde kendini savunma içgüdüsünün tetiklediği saldırı mekanizmasının olduğunu düşünüyorum. Tıpkı vahşi hayatta görüldüğü gibi… Oysa adı üstünde vahşi hayat diyoruz. Bizim üst benliğimiz işte bu vahşi hayata uyumlu. Özümüz yani ta içimiz öyle değil. Oraya inebilenler savunma durağını da saldırı durağını da çoktan aşanlardır.
Şöyle de bir ayrıntı var, savunma ve saldırı köklü, aslında ilkel kavramlardır. On binlerce insanın bir günde öldüğü savaşlar, aşılmaz bilinen kaleler, gittikçe acımasızlaşan bin bir çeşit silah, mert veya namert savaşçılar tarihin her döneminde boy gösterdiler. Aslında ölen de öldüren de bizdik. Habil’le Kabil örneğin. İlk ortak öykümüz bile kardeşler arasında geçen bir cinayete dair.
Karanlık, kötü ve ölümcül olan saldırır; aydınlık, iyilik ve yaşamın ta kendisi savunan taraftadır hep. Hastalık yapan virüsleri, karşılarındaki antikorları bir düşünün ya da aniden bastıran geceyi, bin nazla gelen sabahı, yahut vara yoğa sataşanları, bir de en çok kendi dilinden korkan gönül ehli insanları…
Bir şarkı sözü gitmek mi zor kalmak mı, diye sorar. Her ikisi de hiç kolay değildir çoğu kez. Gidersin aklın kalır, gitmezsin her an yaralanır berelenirsin. Peki ya savunma mı, saldırı mı derseniz; ne savunma ne saldırı derim. Hele ki saldırmak asla insani değil. Fakat öyle aç ve öyle çıplağız ki açlık duygumuzdan arınmadan, gerçekten uyanmadan, gerçek giysimizi kuşanmadan her ikisinde çokça eyleneceğimiz kesin!